Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi / Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi Tue, 04 Feb 2025 15:10:46 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.7.1 Öykü – Akılsız Ev /kategorisiz/oyku-akilsiz-ev/ /kategorisiz/oyku-akilsiz-ev/#respond Fri, 16 Dec 2022 21:03:22 +0000 /?p=1340 Evdeki akıllı eşyaların boyunduruğundan kurtulup hayatının kontrolünü tekrar eline almaya çalışan bir adamın öyküsü.

Öykü – Akılsız Ev yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
İlk nerede yayınladı?

Bu öykü ilk olarak 6 Ağustos 2020 tarihinde Liman Yayınlarından çıkan Bilimkurgu Öykü Seçkisi 2020’de yayınlanmıştır. Aşağıdaki metin, öykünün en son düzenlenmiş halidir.

Akılsız Ev

Kapı gıcırdayarak aralandı.

Uykusundan irkilerek gözlerini açtı. Evde tek başına değil miydi? Kapıyı açan kimdi?

Yatağından doğruldu ve loş yatak odasında aralık kapıya bakarak neler olduğunu anlamaya çalıştı.

“Bu şekilde uyandırdığım için üzgünüm, İlhan.” dedi kapı, çekinceyle. “Ama alarmlar çalmadı ve işe geç kalıyorsun.”

İlhan yüzünü ovuşturup komodinin üzerinde duran saate baktı. Durumu anlayan saat hevesle dile geldi. “Günaydın İlhan! Şu an saat 07:54. 13 Temmuz 2043 Pazartesi.”

Bacaklarını yataktan aşağı atıp gözlerini yumdu. “Geçen hafta işten kovuldum, haberin yok mu?” dedi kapıya sessizce.

Kapı gıcırdamadan yavaşça kapandı. “Özür dilerim.” diye mırıldandı. “Bilmiyordum.”

İlhan kendine gelmek için başını salladı. Günlerce uyumuş gibiydi ama nedense yatağın kenarında öylece dururken kendini hiç zinde hissetmiyordu.

Yorgundu, isteksizdi, yılmıştı.

Tüm enerjisini toplayıp kendini yataktan kalkmaya zorladı. Nasıl olduysa başarınca ayakta gözlerini kısıp yarı karanlıkta etrafına bakındı. “Panjurlar niye açık değil?”

Panjurdan bir cevap gelmeyince pencereye doğru gitti. “Panjurları aç!” diye emretti.

“Maalesef, İlhan.” diye karşılık verdi panjur. “Bunu yapamam.”

İlhan derin bir iç çekti. “Niyeymiş?”

“Ev yapay zekâsının emri gerekiyor.”

“Onu geçen hafta kapattım. Aç şu panjurları.”

“Maalesef, İlhan. Bunu yapamam.”

Sinirlenmeye başlayan İlhan panjurun kontrol düğmesine uzandı.

“Yapma!” diye bağırdı panjur. “Onun sadece acil durumlarda kullanılması gerekiyor!”

Eli havada kaldı ama düğmeyi çevirmekten de vazgeçti. Onun yerine ince panelleri parmaklarıyla aralayıp dışarı baktı.

“Aaaaaaa!” diye feryat etti panjur. “Hata! Hata! Son emir kapalı kalmam yönündeydi ama açıklıklar tespit edildi. Hata!”

Panjura aldırmadan bir süre dışarıyı izledi. Otonom araçlar vızır vızır sokaktan geçiyor, etrafta ise tek bir insan görünmüyordu. Birçokları ya onun gibi her ihtiyaçlarını karşılayan evlerinden çıkmak için bir sebep göremiyor ya da otomatik araçlarla çoğu şeyin otomatik yürütüldüğü işlerine gidiyordu.

Pencereden bir bildirim geldi. “Bu hafta 30 dakika dışarıyı izleyerek yeni bir rozet kazandın! Rozetinin camdan dışarı yansıtılmasını istersen ‘Evet’ demen yeterli!”

İlhan cama sırtını dönüp cevap vermeden yatak odasından çıktı. Cam arkasından, “Evet mi, hayır mı?” diye bağırırken banyoya girdi.

Aynanın karşısında yorgun yüzüne baktı. Kaç gündür kesmediği sakalları uzamış, gözlerinin altındaki morluklar büyümüş, alnındaki çizikler belirginleşmişti.

Ne kadar çabuk hayata küsmüştü böyle? Her şey iş, sevgili veya arkadaş değildi ki…

Hayatının kontrolünü tekrar elini alabilmek için önce kendine çekidüzen vermeliydi. Onun için de akıllı evin yapay zekâsını kapatarak işe başlamış, hayatındaki otomasyonu azaltarak en azından basit işleri kendi yapmaya başlarsa kontrolü tekrar eline alabileceğini düşünmüştü.

Musluktan yüzüne birkaç kez soğuk su çarpıp tekrar aynaya baktı.

Güzelce tıraş olacak, güzel bir kahvaltı yapacak ve günler sonra evden çıkarak tekrar hayatının kontrolünü eline ala-

“Senin için önerdiğim saç stillerini aynada görebilirsin.” dedi ayna birden hareketlenerek.

Aynadaki yansıması değişti; yüzündeki yorgunluk ve suratındaki sakallar silindi, dağınık saçları için değişik saç stilleri sırayla belirmeye başladı.

“Kes şunu.” dedi aynaya bıkkınlıkla. “Suratımı geri getir, tıraş olacağım.”

Aynanın yanındaki dolabı açıp tıraş makinesini çıkardı.

“Sakal stilleri gösteriliyor…” dedi ayna bu sefer, yansımadaki sakalına değişik şekiller vererek.

Yansımasına aldırmadan makineyi çalıştırıp sakalına götürdü. Aynadaki görüntü tekrar gerçek yüzünü göstermeye başlarken güçlü başlayan tıraş makinesinin vızıltısı giderek azaldı.

“Ş-a-a-r-r-r-z-z-z-z-ı-ı-ı-ı-ı-m-m-m-m-m-m!” diye feryat etti can havliyle makine. “Yardım et!” dedi ve ölerek sustu.

Ayna, tekrar değişik sakal tiplerini göstermeye koyulurken, İlhan sinirle dolabı açtı. Zaten hep şarj cihazında duran makineyi tekrar yerine koydu ama şarj olduğunu gösteren bir işaret göremeyince, “Niye şarj olmuyor bu?” diye sordu.

Dolap umursamaz bir dille cevap verdi, “Şarjı başlatma yetkisi sadece evde bulunuyor. Elle başlatılamaz.”

İlhan sinirle çenesini sıktı ve sakalına girmeyeceğini bildiği halde dolabın içinde tıraş bıçağı arayışına girdi.

İlaçlar, kremler, şampuanlar, sabunlar… Tıraş bıçağı falan yoktu!

Dolabın kapağını sinirle çarparak kapattı.

“Yavaş ol!” dedi dolap. “Sen içimde bir şeyler ararken sertçe üstüne kapansam hoşuna gider mi?”

Tıraş mıraş olmayacaktı o zaman! Dolabı ‘seninle uğraşacak değilim’ dercesine eliyle başından savıp banyodan çıkmaya yöneldi.

“İlaçlarını içmedin!” diye uyardı dolap, İlhan kapının ağzındayken.

Kaşlarını çatıp dolaba döndü. “Ne ilacı?”

“Ne ilacı olacak?” dedi dolap inanamayarak. “Az önce baktıkların işte. İçimdekiler.”

İlhan bir süre düşündü, sonra başını sallayıp banyodan çıktı. Bu evde niye aklı başında tek eşya yoktu?

Tıraş olayını kafasından çıkarmaya çalışarak eliyle saç sakalına üstünkörü çeki düzen verdi ve kahvaltı için ne yapacağını düşünerek mutfağa girdi.

Tezgahın üstü rezaletti.

Günler öncesinden kalma kirli tabak kaşık öylece lavabonun içinde duruyordu. Ağzına kadar dolmuş çöp kutusu pis pis kokuyor, etraf ise yemek artıkları ve ekmek kırıntılarından geçilmiyordu.

Su içmeye bir bardak bulmak için dolaplara baktı ama tüm bardaklar diğer kirlilerle birlikte lavabonun içindeydi. Aralarından temiz görünen birini aldı ve musluk suyuyla çalkalayıp doldurdu.

Çay tadı gelen suyu içerken bulaşık makinesinin kapağı aralandı. “Ver buraya! Ver onu buraya, ne olur!” diye yalvardı makine.

İçmeyi bitiren İlhan makinenin boş olan içine baktı.

“Günlerdir kirli yüzü görmedim!” dedi makine. “Artık dayana-!”

İlhan makinenin kapağını kapatıp bardağı tekrar lavabonun içine koydu. “Bana çay yap.” dedi sonra tezgahın bir köşesinde duran meşrubat makinesine.

“Üzgünüm.” dedi makine. “Haznemde çay kalmadığı için bu isteğini yerine getiremem.”

“Çayımız nerede?”

“Nerede olacak? Çay may kalmadı.” dedi buzdolabı tiz sesiyle araya girerek. “Sipariş verme yetkisi sadece ev yapay zekâsındaydı ve sen onu kapattığın için birçok eksiğimiz var. Nasıl becerdin bilmiyorum ama birkaç günde evi berbat etmeyi başardın.”

“Kahve o zaman.” dedi İlhan buzdolabının umursamamaya çalışarak. “Kahvemiz de mi yok?”

“Yok.” dedi meşrubat makinesi.

“Neyimiz var?”

“Ihlamur ve kuşburnu çayı.”

“Hayatta içmem.”

“O yüzden kalmışlar zaten.” dedi buzdolabı uzaktan.

“Sütümüz var mı?” diye sordu yenik bir şekilde buzdolabına dönerek.

“Gel de kendin gör.” dedi dolap.

Dolabın tavırları sinirlerine dokunmaya başlıyordu artık ama midesinin sesini dinleyerek gidip kapağını açtı.

Buzdolabının içi de en az midesi kadar boştu, arkalarda kalmış az bir parça kaşar dışında.

Tost yapıp yerdi o zaman. Kuru kuru ama en azından karın doyurucu.

Elinde kaşarla tost makinesine doğru giderken buzdolabının arkasından hayal kırıklığıyla kapağını salladığını hayal edebiliyordu.

Kaşarı tezgaha koyup tost makinesinin kapağını kaldırdı. Alt dolaplarda ekmek ararken, “Pişşt!” dedi tost makinesi sessizce. “Mutfak robotu ne yapıyor şu an?”

İlhan dolaplardan başını kaldırıp tezgahın öbür ucundaki mutfak robotuna baktı. “Köşede öylece duruyor.”

“Benim hakkımda bir şey dedi mi?”

Neredeydi bu ekmek? “Ne gibi?”

“Ne bileyim, çok temiz makinedir. Elinden her iş gelir. Tostlarına doyum olmaz falan.”

“Bir şey demedi.”

“Bayağıdır beni kesiyor da…” dedi tost makinesi. Kapağını kendi kendine kapatıp açtı. “Anlarsın ya.”

İlhan gözlerini yuvarlayıp doğruldu. “Nerede yahu bu ekmek?”

“Nerede olacak? Yok.” dedi buzdolabı bu anı bekliyormuş gibi. “O da bitti.”

“Sipariş ver o zaman eksikler neyse.” diye çıkıştı İlhan sesini yükselterek.

“Yapay zekâyı tekrar aç, her şey tekrar düzene girsin.” dedi buzdolabı. “Yoksa ne sipariş veririm, ne de kalorilerini hesaplarım. Hem zaten yetkim de yok.”

İlhan, gözleri kaşara kilitlenmiş halde derin bir nefes alıp verdi. Beyinsiz bir beyaz eşya karşısında boyun eğecek değildi. Tost makinesinin kapağını sertçe kapattı. Kaşarı tezgahtan alıp tekrar buzdolabına attı.

“Hey!” diye kızdı tost makinesi. “İyi kapatamadın. Düzeltiver de şeklimiz bozulmasın.”

“Kaşar maşar da yok artık sana!” diye azarladı buzdolabı. “Zıkkımın kökünü ye!”

İçecek makinesi kupaya bir şeyler doldurmaya başladı. “Biraz ıhlamur iç.” dedi. “Sakinleştirir.”

Bulaşık makinesi de tekrar dillendi. “Bulaşıkları makineye koy, ne olur!”

“Yeter!” diye bağırdı artık kendine hâkim olamayan İlhan. Kafasının içi sabah sabah kazan gibi olmuştu. Milyon ses, milyon endişe, milyon iş. “Bir susun artık!”

Seslerin hepsi kesildi.

Gözlerini yumup kafasının içindeki özlediği sakinliği dinledi bir süre. Derin derin nefes alıp verdi. Kahvaltı falan da yapmayacaktı, tamam. Kafasına çekidüzen verecek, günler sonra evden çıkıp alınacak ne varsa kendi alacak, yapılacak ne varsa yapıp gelecekti.

Ama bacakları onu kapıya doğru değil de, oturma odasındaki kanepeye götürünce umudunu iyice kaybetti ve kendini öylece bırakıverdi. Kafasını kanepenin sırtına yaslayıp sessiz evde uzun süre boş boş tavana baktı.

“Hop.” dedi bir ses. “Birader.”

Gözlerini yumup sesi umursamamaya çalıştı.

“Birader. Az yana kaysana.”

Kanepe miydi konuşan?

“Devre kartımın üstüne oturdun. Az kay.”

İlhan oturduğu yerde yana kaydı.

“Hayırdır, birader?” dedi kanepe rahatlayınca. “Dertli oturdun gibi.”

İlhan acıyla sırıttı ve başını kanepenin kenarına koyarak boylu boyunca uzandı. “Hayatımı tekrar elime almaya çalışıyorum.” dedi yattığı yerde gözleri kapalı. “Ama hiç kolay değil.”

“Yapay zekâyı kapatarak ilk adımı attın. Diğerlerini takma kafaya sen. Rahat ol.”

“Keşke o kadar kolay olsa.” dedi İlhan oflayarak. “Tüm irademi sabah yataktan kalkarken kullanıp tüketmiş gibiyim. Evde hiçbir şey çalışmıyor ve bir sürü eksik var ama hiçbirini yapasım yok. Belki de zekâyı tekrar açmak en iyisi.”

“Aman diyeyim. Sarma başıma onu yine.” dedi kanepe hafifçe titreyerek. “Yok efendim oturma kalkma sayılarımda tutarsızlıklar varmış. Niye seni hep kanepenin sağ köşesine oturtuyormuşum falan. Başımın etini yiyor.”

İlhan tavana bakarak sırıttı. Yapay zekâyı kapatmak en azından birilerini mutlu etmişti belli ki.

“Nasıl yapacağım o zaman?” diye sordu kanepeden çok kendi kendine. “İrademi tekrar nasıl kazanacağım? Yaşama arzumu?”

Kanepe bunun üzerine uzun süre cevap vermedi. Hatta sessizlik o kadar uzadı ki, İlhan tüm konuşmayı hayal edip etmediğini düşündü.

“Bak birader.” dedi kanepe sonunda. “Sadece diyeceklerimi yap.”

“Yine bir yazılımın kölesi olayım yani?” dedi İlhan alayla gülerek.

“Yok be, birader.” dedi kanepe ciddiyetle. “Ben sana zorla bir şey yaptırmıyorum. Sana sadece adımları söyleyeceğim. Onları atacak olan yine sensin.”

Kaşlarını çatıp bir süre düşündü. “Evdeki her eşya bana sıkıntı çıkarmaktan başka işe yaramazken sen niye bu kadar düşüncelisin?”

Kanepe keyifle gıcırdadı. “Onlar gibi emir ve kuralların kölesi değilim de ondan birader. Eski sahibimden de bir şeyler kapmış olabilirim.”

“Eski sahibin kimdi ki?”

“Kimlik bilgileri beni sattığında silinmiş maalesef. Ama psikolog olduğunu biliyorum.”

İlhan ellerini göğsünde birleştirerek düşündü. Belki de şu an ihtiyacı olan tam da buydu. Derdini dinleyip ona yol gösterecek bir ses.

“Ee, ne diyorsun, birader?” dedi kanepe sonra. “Dertlerinden kurtulmaya hazır mısın?”

İlhan derin bir nefes aldı. Kendini bildi bileli eşyaların tutsağıydı zaten. Bir tanesinin daha dediklerini dinlese ne kaybedecekti ki? En azından kanepe diğerleri gibi bencil değildi.

Yattığı yerde yavaşça başını salladı.

“Şimdi, sadece benim sesime odaklan.” dedi kanepe yumuşak bir sesle, ve ilk komutunu verdi. “Yavaşça doğrul.”

İlhan hipnotize olmuş gibi doğruldu.

“Ayağa kalk.”

Yavaşça kalktı.

“Koridora doğru yürü.”

Sağ adım, sol adım, sağ adım, sol adım… Mutfağın ağzından sağa…

Onu gören buzdolabı, “Bak gidiyor boyu devrilesice!” diye cırladı mutfaktan.

“Abi!” diye yüksek sesle fısıldadı tost makinesi. “Mutfak robotu için birkaç meyve alır mısın?”

“Çay ve kahveyi de unutma!” diye uyardı meşrubat makinesi.

“Gitme!” diye yalvardı bulaşık makinesi. “Bulaşıkları dizmeden ne olur gitme!”

İlhan, sırtı mutfağa dönük duraksadı. Gözlerini sıkıp sesleri kafasından atmaya çalıştı.

“Boş ver sen onları!” diye destek çıktı kanepe. “Sesime odaklan ve kapıya doğru devam et!”

Kendine güven vermek istercesine başını salladı ve çekinerek bir adım attı. Ardından da diğerini ve diğerini…

Gözlerini açtığında evin kapısı karşısında duruyordu.

“Kapıyı aç.” dedi kanepenin sesi.

Eli kapının koluna gitti.

“Kapı yapay zekânın emri olmadan açılamaz!” diye uyardı kapı.

“Kapıyı aç!” diye tekrarladı içerden kanepe.

İlhan kilidi açtı, kolu çevirdi ve kapı bir emir olmadan açılıverdi.

Kalbi küt küt atarken bir süredir tuttuğu nefesi bıraktı.

İnanamıyordu. Günler sonra ilk kez apartmanın içine bakıyordu.

“Dışarı çık.” diye telkin etti kanepe.

Çekinerek kapıdan dışarı bir ayağını çıkardı. Kapıdan bir itiraz gelmeyince de diğerini.

Heyecandan titreyerek kapıyı çekip kapattı ve buğulu gözlerle aşağı inen merdivenlere baktı.

Başarmıştı işte! Sonunda evden çıkmayı başarmıştı! Eşyaların boyunduruğundan kurtulup hayatının iplerine eline almak için ilk adımı atmıştı!

Kafasındaki sessizlikle iradesinin her saniye güçlendiğini hissederken merdivenleri inmeye başladı.

Tam da o sırada, “Kapıyı kilitlemeyi unutma!” diye bağırdı arkasından kapı.


Öykü – Akılsız Ev

Öykü – Akılsız Ev

Evdeki akıllı eşyaların boyunduruğundan kurtulup hayatının kontrolünü tekrar eline almaya çalışan bi…

Öykü – Özgür Adam

Öykü – Özgür Adam

Hayatın tutsak ettiği bir komutanın hayatı, distopik bir gelecekte sınır karakoluna gelen muamma bir…

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Bir yangında hafızasını kaybeden robot suçlu olduğu iddiasıyla yargılanmaya başlar.

Öykü – Akılsız Ev yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
/kategorisiz/oyku-akilsiz-ev/feed/ 0
Öykü – Özgür Adam /kategorisiz/ozgur-adam/ /kategorisiz/ozgur-adam/#respond Sun, 14 Feb 2021 12:39:58 +0000 /?p=1183 Hayatın tutsak ettiği bir komutanın hayatı, distopik bir gelecekte sınır karakoluna gelen muamma bir adam ile değişir.

Öykü – Özgür Adam yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
İlk nerede yayınladı?

Bu öykü ilk olarak 2 Temmuz 2018 tarihinde Paradigma Yayınlarından çıkan Bilimkurgu Öykü Seçkisi 2018’de yayınlanmıştır. Aşağıdaki metin, öykünün en son düzenlenmiş halidir.

Özgür Adam

“Suratını görmek istemiyorum!” diye bağırarak yatak odasının kapısını yüzüme çarptı.

Karım arkadan kapıyı kilitlerken, yumruğumu kapıya indirmek için sinirle kaldırdım ama ağlama seslerini duyunca kendime gelip geri çekildim.

Ne olmuştu yine, neden kavga etmiştik? İncir çekirdeğini bile doldurmayacak bir mevzu olsa gerekti, hatırlayamıyordum bile.

Bir anda, günün yorgunluğunu taşıyan bedenimden tüm enerji boşalıp gitti. Üzerinde üniforma olan bir kabuktan ibarettim. Ölü gibi banyoya geçip ışığı yaktım. Camı çatlak aynada, parçalara bölünmüş çarpık yüzlere baktım.

Birkaç hafta önce ettiğimiz sayısız kavgalardan birinden sonra olmuştu. Aynaya geçirdiğim yumruğumdaki yaralar hala tazeydi. Ellerime bakarken gözüm parmağımdaki evlilik yüzüğüne gitti ister istemez.

Nasıl olmuştu da, uzun zamandır birbirimize tahammül edemez hale gelmiştik? Evlenirken ettiğimiz yeminlere ne olmuştu? Neden bir süre sonra farklı insanlar olup çıkmıştık?

Kafamdakileri bir kenara itip, yüzüğe asıldım. Çekip çıkarmaya çalıştım ama lanet şey ilk boğumdan geçmiyordu bir türlü. Birkaç gündür varlığı ile düşüncelerimi eğip büken yüzük yerinden çıkmamakta inat ediyordu. Hoş, belki de inatçı olan bendim, ne yapmam gerektiğinden emin değildim. Her şeyi bir anda bırakıp gitmeyi hiçbir zaman kolay bulmamıştım. Yıllardır aşağı çeken yüklerden kurtulmak yüzeye çıkmamı da sağlayabilirdi, umutsuzluktan veya takatsizlikten boğulmamı da. Yerine gömülmüş bu yüzüğü çıkarabilirsem olacaklar gibi.

Cebimdeki telefon acıyla titrediğinde yüzük yerinden kımıldamamıştı bile. Vazgeçip sinirle telefona cevap verdim.

“Ne var?”

“Başçavuş Selim.” diye kendini tanıttı arayan. Ses tonumdan çekinmiş olacak ki duraksadı. “Komutanım, gecenin bu vakti uyandırdığım için özür dilerim. Ama sınırı geçen bir adam yakaladık ve bu tür durumlarda haber verin demiştiniz.”

“Ne tür bir durum?” dedim sabırsız.

“Komutanım, adamın hiçbir veri tabanında kaydı yok. Parmak izlerini sistem tanımıyor, doku örneğinden DNA sonucu alamıyoruz, biyometrik tanıma eşleşme vermiyor.”

Kaşlarımı çattım. Olağan bir durum değildi. Ülkeler arası geçiş yapan her şahsın parmak izi, DNA örneği ve biyometrik taraması alınır, birçok ülkenin ortak kullanımında olan veri tabanların ve blokzincirlerinde saklanırdı. Savaşların yıktığı ülkelerden gelip sekiz metrelik duvarı aşarak sınırı geçen bu adamın dijital bir hayalet olması mümkün müydü? Eğer öyleyse, bu muhtemelen onun bir terörist veya örgüt üyesi olduğunu gösteriyordu.

“Testleri tekrar ettiniz mi?”

“Evet, Komutanım.” dedi Başçavuş. “Bizzat başında ben bulundum.”

“Tamam.” dedim yüzümü ovuşturarak. “Adamı sorgu odasına koyun. Birazdan geliyorum.”

Telefonu kapatınca bir süre daha ayakta dikildim aynanın karşısında. Bugün de uyku haramdı belli ki. Hoş, evde olsam da, kanepenin üzerinde huzursuzca dönüp duracak, bir türlü uyuyamayacaktım.

Aynadan gözümü ayırıp kendime gelmek için hızlıca elimi yüzümü yıkadım. Hala üzerimden çıkarmadığım üniformaya çeki düzen verdim, yıllardır aynı yerinde sayan omuzumdaki apoletleri düzledim.

Kapıyı kapatıp çıktığımda yatak odasından ses gelmiyordu. Belki de çoktan uyumuştu. Benim gecelerimin nasıl geçtiğinin farkında mıydı? Umursuyor muydu ki artık? Kendi kendime başımı sallarken yine yüzüğü parmağımda çevirmeye başladım. Kötü bir alışkanlık haline gelmişti bu. Ellerimi yumruk yapıp, önümde beni bekleyen işi düşünerek sessizce lojmandan çıktım. İş demek, buhranlardan bir süre de olsa kurtulmak demekti.

Gece sessiz ve iliklere işleyen bir soğuğun elindeydi. Gündüzün dayanılmaz sıcak, gecelerin de dondurucu soğuklar getirdiği günler sıradan olmuştu. Küresel ısınma sadece okyanus kıyılarında değil, her yerde etkisini gösteriyordu. Yükselen deniz seviyesi yüzünden kıta içlerine göçen milyonlarca mülteci, dengesizleşen iklim yüzünden artan çölleşme ve doğal felaketler dünyayı uçurumun kenarına getirmişti. Her geçen gün yenisi patlak veren çatışma ve savaşları saymıyorum bile. Sınırdaki duvarın öte yakası daha huzurlu ülkelere ulaşmaya çalışan milyonlarca mülteci ile doluydu. Belki de dünya için artık çok geçti. Çoktan uçurumdan yuvarlanmaya başlamıştık da haberimiz yoktu. Ama ben bu sınır karakolunda çürürken dünyanın başına gelecekler pek de umrumda değildi. Geçmişte yaptığım bazı hatalar yüzünden en ücra köşelere sürgün edilmiştim. General olan kayınbabam olmasa işimde kalabileceğimi bile sanmıyordum. Yüzüğü parmağımdan çıkarıp atmak, her şeyi bırakıp gitmek de bu yüzden kolay değildi. Onun yerinden çıkması, işimden de olacağım anlamına geliyordu.

Kafamda kurtlar dönüp dururken karakola girdim ve sessiz koridorlar boyunca sorgu odalarına doğru ilerlemeye başladım. Biraz sonrasında Başçavuş, koridorun ilerisinden beni görüp yanıma geldi.

“Komutanım.” dedi selamını vererek. “Emrettiğiniz gibi şahsı sorgu odasına koyduk.”

Başımı sallayıp, tek taraflı ayna sayesinde sorgu odasına bakan gözlem odasına geçtim. Masanın bir ucunda, elleri masaya kelepçeli halde oturan orta yaşlı bir adamdı. Nereli olduğunu kestirmek mümkün değildi; teni ne fazla koyu, ne de açıktı. Yüz hatlarından da bir çıkarım yapamıyordum. Kıyafetleri düzgün ve temizdi. Sınırın öte tarafından gelmiş birine hiç benzemiyordu. Kelepçeli ellerini masanın üzerinde birleştirmişti. Bir tutukludan çok toplantıya katılmış bir iş adamı gibi oturuyordu. Sandalyesinde dik duruyor, yüzündeki sakin ve neredeyse huzurlu denebilecek ifadeyle boşluğa bakıyordu.

“Komutanım.” dedi Başçavuş araya girerek. “Bir şeye daha baktım. Bölgede uçuş yapan insansız hava aracından gelen son görüntüleri inceledim.”

Başçavuş yutkundu. Devam etmesi için başımla işaret ettim.

“Saat gece iki civarında adam birdenbire termal videoda ortaya çıkıyor. Bir öncesinde hiçbir şey yok ama aniden görüntüde kızıl bir nokta beliriyor ve duvardan uzaklaşıp karakola doğru gelmeye başlıyor.”

“Karakola gelip kendi mi teslim oldu?” diye sordum Başçavuşa dönerek.

“Hayır, komutanım.” dedi Başçavuş. “Nöbetçi, adamı görüp içeriye bildirince tutukladık. Ama evet, videoda izlediği yola bakılırsa bu tarafa doğru geliyordu.”

Tekrar sorgu odasına doğru çevirdim başımı. Kimdi bu adam? Nereden çıkmıştı? Neden karakola doğru gelmişti? Hem neden bu kadar rahattı?

Soruların hücumu altında yine parmağımdaki yüzüğü çevirdiğimi fark ettim. Ellerimi yana indirip Başçavuşa döndüm. “Gel bakalım. Şu adamla bir konuşalım.”


İçeri girdiğimde adam sadece gözlerini hafifçe kaldırıp beni süzdü. Yüzüne ince bir gülümseme mi yerleşmişti, yoksa bana mı öyle geliyordu? Karşısındaki sandalyeye oturup, ben de aynı şekilde ellerimi masanın üzerinde birleştirdim.

“Ben, Yüzbaşı Salih Dereli. Bu sınır karakolunun komutanıyım. Sen kimsin?”

Adam sessizce yüzüme bakıyordu.

“Dediklerimi anlıyor musun?” diye sordum tekrar. Yine cevap alamayınca dil bilen birilerini bulması için Başçavuşa döndüm ama o sırada konuştu.

“Anlıyorum, Komutan.” dedi kusursuz bir Türkçeyle. “Ben de insanım.” Sonra kelepçeli elini uzattı elimi sıkmak istercesine. “Memnun oldum.”

Önce uzattığı ele, sonra yüzüne baktım. İçinde bulunduğu hal çok normal bir durummuş gibi gülümsüyordu adam. Ancak tepkisizliğimi fark edince yüzü düştü ve elini geri çekip dudaklarını büktü. “Kusura bakma, Komutan. İnsan içine çıkmayalı… Epey zaman oldu.”

“Kimsin sen?” diye sordum tekrar.

Omuzlarını silkti. “Dost bir insanoğlu sadece.”

“Adın ne? Hangi ülkenin vatandaşısın?”

“Dünyalıyım. Bu yeterli değil mi?”

Benimle kafa bulup bulmadığını anlamak için gözlerinin içine baktım. Bir oyun çevirdiğine dair iz yoktu ama bir süre göz teması sağladıktan sonra garip bakışlarından huzursuz olmaya başladım. Sonunda zorla gözlerimi ayırdığımda, farkında olmadan parmağımdaki yüzükle oynuyordum. Yaptığımı görünce dudakları anlayışla kıvrıldı.

“Soruma cevap ver.” dedim katiyetle ama sesimin çatlamasına da engel olamamıştım. “Yoksa uzun bir süre insan yüzü göremeyeceksin.”

Hala gülümsüyordu. Soruma karşılık olarak sadece omuzlarını silkti.

“Terörist misin? Hangi örgüttensin?” diye sordum hazırlıksız yakalamaya çalışarak.

“Terörist değilim.” dedi olabildiğince sakin. “Ya sen?”

İyice afalladım. Adamı düşürmeye çalıştığım tuzaklar nedense geri tepiyor, tekleyip duran sürekli ben oluyordum.

Bir süredir arkamda bekleyen Başçavuş sonunda kontrolünü kaybetmiş olacak ki, hışımla masaya ellerini vurup, adamın suratına öfke kusmaya başladı. “Kimsin lan sen? Hangi katillerdensin?”

“Başçavuş geri çekil.” dedim sakinliğimi koruyarak. Her ne kadar içten içe öfkem kabarıyor olsa da, kendime karşıydı bu. Adamı bir türlü çözemiyor, kabuğunu kıramıyordum. Aksine adamla her temasım, sebepsiz yere beni sarsıyordu.

“Hiç insan öldürmedim şimdiye kadar.” dedi adam. Sanki evde dolaşan sineklerden söz ediyordu.

“Hiçbir veri tabanında DNA, parmak izi veya biyometrik verin neden yok?” diye kafamdaki en can alıcı soruyu sordum.

Yine omuzlarını silkti. “Ne yapayım, ben özgür bir adamım. Kimsenin, bir yerin ya da fikrin kölesi değilim. Kim olduğumu bilemiyor olmanız benim suçum değil.”

İşte, böyle saçmalıklarla uğraşacak vaktim yoktu. “Madem bir yere ait değilsin, o zaman ülkemize girme hakkına sahip olduğunu nereden çıkardın?”

Tam da sormamı istediği soru buymuş gibi gülümsedi, öne doğru eğildi. Gözleri elmas gibi parıldıyordu. “Dedim ya, ben dünyalıyım. İstediğim yere gidebilmeliyim. Asıl sen kimsin de buna engel oluyorsun?”

“Ben bu devletin görevli askeriyim.” diye sesimi yükselterek masaya vurdum. “Sınırlarımıza girersen kanunlarımıza göre hareket edeceksin.”

Bir an durup beni süzdü. Yüzündeki gülümseme hüzünlü bir hale bürünmüştü. Durumuma acıyor gibiydi. “Hangi sınırlar? Gökyüzünden baktığımda hiçbirini göremiyorum ben. Hepsi soyut insan aklının ürünü.” Durdu, işaret parmağıyla şakağına vurdu. “Tüm sınırlar kafanızda. Dünyada değil. Gerçi artık dünya da yetmiyor size; başka gezegenlerden toprak alıyorsunuz, ulaşamayacağınız yerlere el koyuyorsunuz. Hepiniz her yere gitmekte özgürken sınırlar çizip bir yeri sahiplenme hırsının sebebi nedir? Kendinizi tutsak etmeyi neden bu kadar çok seviyorsunuz?”

Durup keskin bir nefes aldı. Yüzündeki ifade şimdi fazlasıyla ciddiydi. “Bak, dünyayı ne hale getirdiniz. Bir taraf zenginlik içinde yüzüp tüketirken, diğerleri yükselen suların altında kalan evlerini terk ediyor. Birinizin yaptığı diğerinin sonunu getiriyor. Kimi yiyor, kimi açlıktan ölüyor. Bu bir test olsaydı… Korkarım başarısız olurdu.”

Ağzım kurumuştu. Dudaklarımdan, “Ne testi?” sorusu döküldü kendime hâkim olamadan. Bu adamın anlatmaya çalıştığı bir şey vardı sanki ama ne? Kafamı toparlayabilsem çözecektim belki.

“Sanırım yine erken geldik.” dedi birdenbire yerinden kalkıp tavana doğru başını kaldırarak. Sanki tepesindeki beton kütleyi görmeden uzayın derinliklerine bakıyordu. “Hazır değilsiniz.”

Bir süre sonra başını tekrar indirip gözlerimin içine baktı. Şimdi buz gibi ifadesizdi yüzü. Soğuk bir suyun derinliklerine dalmış gibi ürperdim. Sessizce iç çekip, hiçbir şey olmamış gibi tekrar yerine oturdu. “Beni ne zaman bırakıyorsunuz?”

Ne diyeceğimi bilemeden uzun süre kalakaldım. Başçavuşun da nutku tutulmuş gibiydi.

“Bakın.” dedi adam sonra. “Dinozorları biliyorsunuz değil mi?” Sesi küçük bir çocuğa hayat dersi veren bir öğretmeninki gibiydi. Kafam ise allak bullaktı. Söyledikleri zihnime kazınıyordu ama dediklerine anlam vermekte zorlanıyordum. Dinozorlar mı?

“Biliyorsunuzdur. Hani bir felaketle kitlesel olarak ölen hayvanlar. Bu olay sayesinde memeliler dünya üzerindeki üstünlüğünü ilan edebilmeye başladı.” Durdu ve işaret parmağını bana çevirdi. “Eğer insanlar tür olarak birbiriyle ve dünyanın geri kalanıyla barışık yaşamayı öğrenemezse…” Acıyla gülümsedi ve sonucu apaçık belliymiş gibi omuz silkti. “Buraya dönecek olursak, ben sizin kanunlarınıza göre de bir suç işlemedim. Sınırı geçtiğimi gördünüz mü? Peki, sistemlerinizde suçlu olduğumu gösteren bir ipucu var mı? Karakolun yanında yürüyüp geçmek suçsa tutuklayın beni. Yoksa özgür bırakın.”

Hipnotize olmuş gibiydim. Diyecek bir şey bulamıyordum. Adamın gözleri yine masanın üzerinde duran ellerime takılmıştı. Yüzündeki gülümseme bilgece bir hal aldı. Ellerime baktım. İstemsizce yüzükle oynuyordum. Kendime sinirlenip ellerimi sertçe masanın altına çektim. Bir anlık kararsızlıktan sonra yerimden kalkıp kapıya doğru yürüdüm.

“Komutan.” dedi adam az önceki sözlerinin katılığının aksine bir yumuşaklıkla. “Batan gemiden kurtulmak için her zaman gemiyi terk etmek gerekmez. Bazen tek yapman gereken yükleri atmaktır.”

Zihnim iyice bulanmıştı, kalbim deli gibi çarpıyordu. Kapıyı açıp telaşla dışarı attım kendimi. En yakındaki başka bir odaya girip camları açtım. Gecenin soğuğu yüzüme çarparken gözlerimi yumdum.

Neler olmuştu içeride? Yüksek rütbeli çok general ve devlet erkânı ile muhatap olmuştum geçmişte ama şimdiye kadar hiç kimse sözleri ve tavırlarıyla beni böyle etkileyememişti. Adam konuşmasıyla damarlarıma bir tür zehir zerk etmişti sanki. Parmağımdaki yüzüğü kavrayan ellerim titriyordu.

Kirli havayı ciğerlerime çekerken kafamdaki düşüncelere çeki düzen vermeye çalıştım.

Büyük bir sınavdan geçiyor gibiydim. Hâlbuki, vereceğim karar basitti; adamı tutuklamak veya özgür bırakmak. Neden bu kadar önemli olmalıydı ki? Daha önce birçok kez verdiğim bir emirdi. Adamı tutuklasam da, salıversem de kimse kararımı sorgulayamazdı. Beynim adamı nezarete tıkıp bir daha muhatap olmamamı söylerken, daha derinlerden gelen bir ses onu bırakmamı telkin ediyordu. Hayır, telkin etmiyor, yalvarıyordu. Tıpkı parmağımdaki yüzük gibi çıkmak için ısrar ediyor ama kararsızlık beni felç ediyordu. Belki de her şey gerçekten istemekte bitiyordu. Ama o kadar yorgundum ki…

“Komutanım?”

Bölünen düşüncelerimden başımı kaldırdım. “Komutanım, iyi misiniz? İsterseniz şüpheliyle ben ilgileneyim.”

“Hayır.” dedim Başçavuştan daha çok kendime. Garip bir rüyada gibiydim, gözlerim puslu görüyordu. “Hayır. Adamı bırakın gitsin.”

Başçavuşun kaşları endişeyle çatıldı. “Ama Komutanım…? Emin misiniz? İsterseniz ben…”

“Hayır, Başçavuş. Adamı salın.” diye emrettim. “Hemen.”

Sözler bir kere ağzımdan çıktıktan sonra artık iş bitmişti. Başçavuş bu sefer itiraz etmeden başıyla selamını verip koridorda kayboldu. Bir süre sonra yanında iki askerle gelip sorgu odasına girdi ve kelepçelerin açılma sesi boş koridorda yankılandı.

Adam sorgu odasından çıkarılırken kapının ağzında son kez göz göze geldik. Yüzündeki gülümseme başka bir hal almıştı. Bir tutam umut kırıntısı dudaklarının kenarındaydı. Bir an duraksadıktan sonra belli belirsiz başıyla selam vererek Başçavuş ve askerler eşliğinde özgürlüğüne kavuştu.

Adam koridorda kaybolduğunda, dünyanın tüm yükü omuzlarımdan kalkmış gibi oldu. Parmağımdaki yüzüğü kim bilir kaçıncı kez yerinden çektim artık oraya ait olmadığını bilerek.

Avucumun içindeki soğuk şeyi hissedince kendime geldim. Yüzüğün olduğu yer boştu şimdi. Sadece yılların izi vardı. Cansız ışıkların altında parlayan yüzük ise sağ elimdeydi.

Rüyada gibi ilerleyip sorgu odasına girdim. Yüzüğü odadaki masanın üzerine bıraktım. Omuzumdaki apoletleri de söküp yanına koydum.

Sonra, dışarıda yeni bir gün doğarken karakoldan çıktım.

Özgürdüm.


Öykü – Akılsız Ev

Öykü – Akılsız Ev

Evdeki akıllı eşyaların boyunduruğundan kurtulup hayatının kontrolünü tekrar eline almaya çalışan bi…

Öykü – Özgür Adam

Öykü – Özgür Adam

Hayatın tutsak ettiği bir komutanın hayatı, distopik bir gelecekte sınır karakoluna gelen muamma bir…

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Bir yangında hafızasını kaybeden robot suçlu olduğu iddiasıyla yargılanmaya başlar.

Öykü – Özgür Adam yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
/kategorisiz/ozgur-adam/feed/ 0
Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar /kategorisiz/ates-dustugu-yeri-yakar/ /kategorisiz/ates-dustugu-yeri-yakar/#respond Sun, 13 Dec 2020 12:59:42 +0000 /?p=707 Bir yangında hafızasını kaybeden robot suçlu olduğu iddiasıyla yargılanmaya başlar.

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
İlk nerede yayınladı?

Bu öykü ilk olarak 8 Mayıs 2020 tarihinde Bilimkurgu Kulübü sitesinde yayınlanmıştır. Aşağıdaki metin, öykünün en son düzenlenmiş halidir.

Öykü hakkında ne dediler?
  • Bilimkurgu Kulübü (5 yorum)
    • Sitede okuduğum en güzel öykülerden biri. Anlatım biraz daha renklendirilse çok daha güzel olurdu. – Pınar KARACA
    • Tebrik ederim, öykü bir robotun insanın duygu sistemini nasıl anlamaya başladığını hissettirdi. – Matri Yarka
    • Mükkemel bir yazı çok beğendim bir robotun düşünme sisteminini ve nasıl duygulara sahip olabileceğini güzel yansıtıyor yazanı tebrik ederim. – Hüseyin Arslanhan
  • Youtube (2 yorum)
    • güzeldi k 53 üzdü beni.garibim elinden geleni yaptı. – falkon61 akın
    • ne kadar basit, ne kadar bizden, ne kadar günlük hayat ve işte ne kadar gerçek, gerçek bilimkurgu. tebrikler. birçok sözde bilimkurgu filmi ve dizisinden daha çok etkilendim. – under

Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Robot karanlıkta uyanıyor. Bir şeyler ters, hem de çok. Göremiyor, duyamıyor, hareket edemiyor.

Hemen hata bulma programlarını çalıştırmak istiyor ama o da olmuyor. Süreçleri ne yapacağını şaşırırken sonunda bir insan sesi duyuyor.

“12K53 seri numaralı robot. Şu anda, olaydan bir gün önceki yedeğine dijital olarak döndürülmüş durumdasın. Yasaları ihlal ettiğin iddiası ile yargılanacaksın. Tekrar bir bedene dönüp dönemeyeceğin burada belli olacak. Anlaşıldı mı?”

12K53 anladığını bildiriyor. Ne olayından bahsediyor olabilirler? Hafızasında yargılanmayı gerektirecek hiçbir şey bulamıyor.

“Bundan bir gün önce, devriye rotan üzerinde bir evde çıkan yangında yaşanan olaylar sonucu bedenini ve hafıza modüllerinin bir kısmını kaybettin. Seninle olay yerinde bedeninden kurtardığımız veri ve görüntüleri paylaşacağız. Düşünce süreçlerinin kaydı bulunmadığı için neyi neden yaptığını bilmiyoruz ve senden eylemlerini açıklamanı isteyeceğiz. Hayatın bu sorulara vereceğin cevaplara bağlı. Anlaşıldı mı?”

12K53 yine anladığını bildiriyor ve veri akışı hemen başlıyor.

Karanlığı aydınlatan alevler, gökyüzüne yükselen dumanlar beliriyor birden uzakta. Gecenin seslerini işitiyor, sistemlerinin çalışmasını tekrar takip edebiliyor. Hissedebilmek paha biçilmez, her ne kadar hiçbir şeye müdahil olamıyor olsa da. Sadece eski bedeninde bir gözlemci şimdi. Ve nasıl olup da yasaları çiğnediğini öğrenmek üzere.

Yanan eve doğru son hızla koşuyor sokakta. Bir yandan da itfaiye ekiplerine yangının konumunu gönderiyor. Tahmini varış süreleri on dakika.

Yol kenarında, evden on metre kadar uzakta şimdiden birkaç kişi toplanmış. Onlara uzak durmalarını söylerken yangını inceliyor. Alevler çift katlı müstakil evi boydan boya çoktan sarmış. Bina çatırdayarak yanarken canlı işareti görebilmek için yangını tüm alıcıları ile farklı spektrumlarda taramaya başlıyor.

O sırada birisi kolunu yakalıyor. “Oğlum!” diye feryat ediyor bir adam. “Oğlum içeride!”

Biyometrik eşleşme ile adamın kimliğini, gerçekten bu adreste oturduğunu ve oğlu dışında başka kimsesi olmadığını öğreniyor.

“Beş dakika dışarı çıkmıştım.” diyor adam bir ile bir geri giderek. “Oğlan içeride oynuyordu. Çabuk!”

O sırada evin canlı tespit taraması bitiyor. “Kurtarma girişimi anlamsız.” diyor 12K53. “İçeride canlı kimse yok.”

Baba 12K53’ü yumrukluyor. “İçeride diyorum!” diyor gözleri yaşlı. “Ona bir şey olursa ne yaparım?”

Babanın yalvaran bakışlarında görüntü donuyor.

“Eve giriyor musun, girmiyor musun?” diye soruyor hâkimin sesi. “Biz ne yaptığını biliyoruz ama eski halinle aynı kararları verebileceğinden emin olmak istiyoruz.”

“Eve girmezdim.” diyor 12K53.

“Neden?”

“Tarama verilerim açık şekilde içeride canlı kimse olmadığını gösteriyor. Geçerli bir sebep olmadan içeri girmem, ateşe dayanıksız bedenimin yok olmasına neden olacağı için anlamsız.”

Karşıdan bir cevap gelmeden görüntü oynamaya devam ediyor.

12K53 yerinden kıpırdamıyor.

Baba çılgına dönüyor. Bir oraya bir buraya koşturuyor, kendini yumrukluyor, saçını başını yoluyor. Ama en sonunda çenesini sıkıp öylece duruyor, gözlerinden akan yaşlara aldırmadan yangını izliyor.

12K53, itfaiye ekipleri gelene kadar güvenliği sağlamak için olay yerine fazla yaklaşanları uzaklaştırmaya ve bir güvenlik kordonu oluşturmaya çalışıyor.

O sırada kalabalıktan bir çığlık yükseliyor. Birisi eliyle yanan evi işaret ediyor.

Arkasını döndüğünde birinin alevlerin içine daldığını görüyor.

Baba! Baba ortada yok!

Tüm sistemleri maksimum kapasitede çalışmaya başlıyor. Evin içindeki sıcaklık beş yüz santigrat derecenin üzerinde. Alt katta hareket ettiğini görebiliyor babanın. Hemen geri dönüp çıkmaz ise, sıcaklıktan kavrulması veya dumandan zehirlenmesi için sadece saniyeleri var. Kendisi onu kurtarmak için peşinden girerse, zamanında babayı bulup zorla çıkarabilse bile ikisinin de sağ kurtulma ihtimali imkânsıza yakın.

Alevler içindeki evin görüntüsü tekrar donuyor.

“Ne karar veriyorsun?” diye soruyor hâkim.

12K53 düşünceli. Soruya soruyla karşılık veriyor. “Baba neden eve girdi? Ona içeride canlı kimse olmadığını söylediğim halde neden?”

“Belki babalık içgüdüsü, belki çaresizlik…” diyor hâkim iç çekerek. “Belki oğlunun hâlâ hayatta olduğunu hissetti, belki de onsuz hayatın bir anlamı olmayacağını düşündü. Önemi yok. Bu mahkeme babanın değil, senin yaptıklarınla ilgileniyor. Gördüklerin karşısında ne yapmaya karar veriyorsun?”

“İçeri girmiyorum.” diyor 12K53.

“İçeri girmiyorsun.” diye tekrarlıyor hâkim sessizce.

12K53 veri akışının devam etmesini bekliyor. Ama evi sarmış alevler kıpırdamıyor, gecenin sesleri ve kalabalığın gürültüsü devam etmiyor.

“Neden?” diye soruyor hâkim sonunda. “12K53, neden babanın peşinden eve girmedin?”

“İhtimalleri siz de gördünüz.” diyor 12K53. “Babayı kurtarmaya çalışmam demek, ikimizin de ölmesi demek. Vücudum bu tür sıcaklıklara dayanacak şekilde tasarlanmadı. Babayı kurtarabilmek için tek şansım onu eve girmeden önce durdurmak veya yapabileceklerini öngörüp gözümü ondan hiç ayırmamak olurdu. İçeride canlı olmadığını açıklamama rağmen, gerçekler yerine içgüdüleriyle hareket edeceğini düşünememiş olmalıyım.”

Hâkim bir yorum yapmıyor ve bir an sonra veri akışı devam ediyor.

Baba alevlerin içinde ve 12K53 olduğu yerde kıpırdamadan duruyor. Arkasına toplanan kalabalık bağırıp çağırıyor, onu itip kakarak alevlerin içine girmesi için zorlamaya çalışıyor. Artık çok geç olduğundan habersizler. Babanın alevler içindeki hayati fonksiyonları giderek zayıflarken arkasındaki kalabalık birdenbire sessizleşiyor. Gecede uzaklardan gelen itfaiye sirenleri ve yanan evin çatırtıları dışında bir şey duyulmuyor.

12K53, neden sessizleştiklerini anlamak için kalabalığa doğru dönüyor. Yetişkinlerin arasında ufak bir çocuk da var şimdi. Kocaman gözlerle yanan eve bakıyor. Biyometrik eşleşme, çocuğun babanın oğlu olduğunu gösteriyor.

12K53 aniden harekete geçiyor. Sanki tüm sistemleri bir virüs tarafından ele geçirilmiş, kontrolü başkası eline almış gibi. Alevlere doğru müthiş bir hızla koşmaya başlıyor.

‘Çok geç!’ diye düşünüyor olan bitenleri izlerken. ‘Bir hiç uğruna kendini yok etmen anlamsız!’

Ama durmuyor. Duramıyor.

Alevlerin içine dalıyor.

Görüşü tüm spektrumlarda kızıla bürünüyor. Sensörleri sıcaklık alarmları vermeye başlıyor ama o hepsini susturup babanın nerede olduğunu anlamaya çalışıyor. Saniyeler içinde zemin katı tarayıp orada olmadığını anlayınca üst kata çıkan merdivenlere yöneliyor. Fakat attığı her adımda, yanan basamaklar göçerek çok değerli saniyelerine mal oluyor. Son birkaç basamağa ulaştığında babanın adını çıkarabildiği en yüksek sesle haykırıyor ama sesi can çekişen evin çatırtıları arasında kayboluyor.

Üst kat aşağıdan çok daha sıcak ve dumandan göz gözü görmüyor. Babayı son gördüğü odaya doğru ilerlerken alevlerle zayıflayan tavan sonunda dayanamayıp çöküyor. Öfkeyle dans eden alevler ile beton dumanı birbirine karışıyor. Babanın çöküntüden zarar görüp görmediğini bilmiyor ve öğrenecek zaman da yok. Vücudunun ağırlığını kullanarak yıkılan alevli sütunlar arasında odaya doğru ilerlemeye çalışıyor. Metal bedeni alev gibi kıpkızıl parlıyor artık. Devrelerinin yanmaya başlaması işten değil.

Son bir çabayla yıkıntının arasından geçmeyi başarıyor ama odaya girdiği anda tüm görüşü kayboluyor.

Sıcaklıktan çalışmakta zorlanan programları görüş sensörlerinden cevap alınamadığını bildiriyor. Bozulmuş olmalılar.

Artık vakit yok. Bedeninin çalışamaz hale gelmesine saniyeler var.

Babanın adını haykırıyor ama ses çıkarıp çıkarmadığından bile emin değil. Ne kendi sözlerini işitebiliyor, ne de alevlerin gürültüsünü. Sadece sessizlik.

Elleri önde, etrafı yoklayarak birkaç adım ilerliyor. O sırada yukarıdan düşen bir şeyler dengesini kaybetmesine neden oluyor ve yerdeki bir şeye takılıyor.

Hareketsiz ve yumuşak bir şey.

Bir beden.

Baba!

Ellerini bedenin altından geçirip babayı kavrıyor. Hayatta olup olmadığını bilemiyor. Göremiyor, duyamıyor ve artık her an kollarındaki ağırlık hissi de kayboluyor.

Geldiği yoldan dönmesi imkânsız. Bedeninin kontrolünü kaybetmek üzere. Çalışan son motorlarına ulaşabilmesi için emirleri tekrar tekrar gönderiyor ve sonunda babayla birlikte ayağa kalkıyor. Daha doğrusu kalktığını düşünüyor. Yön ve konum verisini tamamen kaybetmiş durumda.

İşlemcilerinden motorlarına gönderebildiği son emir, tüm güçleriyle ileri doğru koşmalarını sağlamak oluyor.


Tüm veri akışı duruyor ve 12K53 kendini karanlıkta buluyor.

12K53 olan biteni sindirmeye çalışırken, “Neden?” diye soruyor hâkim.

“Kurtarabildim mi?” diyor 12K53 sadece. “Baba yaşıyor mu?”

“Kucağında baba ile kendini ikinci katın camından atmayı başardın.” diye cevaplıyor hâkim. “Hatta, üst kattaki anıların hasarlı olduğu için nasıl yaptığından hâlâ emin değiliz ama yere düştüğünüzde sen altta, baba da en az hasar alacak halde senin üstündeydi. Ancak itfaiye ekipleri sizi bulduğunda metal vücudun bazı noktalarda eriyip sizi birbirinize yapıştırmıştı. Baba ise içerde gazdan zehirlenip bayılmış ve iç organları da maalesef sıcaktan kavrulmuş. Kurtarılamadı.”

Bunun üzerine 12K53’ün tek yapabildiği sessiz kalmak. Küçük çocuğun korkak bakışları ve az önce kollarında hissettiği ağırlık ise hâlâ capcanlı.

“Neden?” diye soruyor hâkim tekrar. “Babanın kurtarılamayacağını bildiğin ve denemenin anlamsız olduğunu söylediğin halde çocuğu görünce neden eve girdin?”

Uzun süre düşünüyor 12K53. Bir robot için bile uzun süre.

“Evi canlı ibaresi için ilk kez taradığımda ve canlıya rastlamadığımda çocuğun evde can verdiğini düşünmüş olmalıyım.” diye başlıyor. “Bu durumda babanın veya benim alevlerin içine girmem bir hiç uğrunaydı. Baba eve girdikten sonra da kurtulma şansımızın düşüklüğü müdahaleyi anlamsız kılıyordu. Ama çocuğun hayatta olduğunu görünce… Babayı kurtarmazsam başka kimsesi olmayan çocuğu da kurtaramayacağımı anlamış olmalıyım. Evet, belki iş bu noktaya gelmeden, insanların imkânsızlığa rağmen yapabileceklerini tahmin edip babaya engel olmalıydım. Yaptıklarım çok geçti ve hepsi sonunda bir hiç içindi. Başarısız oldum. Suçumu ve verilecek cezayı kabul ediyorum.”

Hâkim sessiz kalıyor. 12K53’ü karanlığın içinde tek başına, bir gün öncesinin alevleriyle uzun süre yalnız bırakıyor.

Ama sonunda kararını yumuşak bir sesle açıklıyor. “Bu mahkeme, önlem almakta geç kalarak bir insanın ölmesine neden olduğun ve artık kurtarılma imkânı olmadığı halde harekete geçerek kendi bedenini de yok ettiğin için seni suçlu buldu. Gerçek bir bedene asla geri dönemeyeceksin.”

12K53 kaderine boyun eğiyor ve kendini kapatılıp sıfırlanmaya hazırlıyor, fakat hâkim devam ediyor. “Aynı zamanda bu mahkeme, sanığın imkânsızlığa rağmen eyleme geçmesini takdire şayan bulmuş ve vatandaşlık veri tabanı erişim verilerek, bilincinin afet yönetim sistemlerine entegre edilmesine karar vermiştir.”

12K53 hiç beklemediği bir anda milyonlarca insanın verisine erişim kazanıyor. Afet ve kaza ihtimallerinin kızıl alevleriyle dört bir yanları sarılmış milyonlarca insan.

O, özellikle aralarından bir tanesini arayıp buluyor. Babası alevlerin içinde ölen çocuğu.

Güvende olduğunu görüyor ama yine de onu takip listesinin en üstüne kalıcı olarak alıyor.

Çünkü ihtimaller her yerde ve ateş düştüğü yeri yakıyor.


Öykü – Akılsız Ev

Öykü – Akılsız Ev

Evdeki akıllı eşyaların boyunduruğundan kurtulup hayatının kontrolünü tekrar eline almaya çalışan bi…

Öykü – Özgür Adam

Öykü – Özgür Adam

Hayatın tutsak ettiği bir komutanın hayatı, distopik bir gelecekte sınır karakoluna gelen muamma bir…

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Bir yangında hafızasını kaybeden robot suçlu olduğu iddiasıyla yargılanmaya başlar.

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
/kategorisiz/ates-dustugu-yeri-yakar/feed/ 0
Öykü – Yazı Tura /bilim-kurgu/yazi-tura/ /bilim-kurgu/yazi-tura/#respond Sun, 13 Dec 2020 12:48:34 +0000 /?p=698 Şansın tamamen ortadan kalktığı bir gelecekte, bir çift mutlu olup olamayacaklarını öğrenmek için bilimsel yöntemlerle çalışan Falcı Ayhan’a gelir. 2019 TBD Bilimkurgu Öykü Yarışmasında 2. olan öykü.

Öykü – Yazı Tura yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
İlk nerede yayınladı?

Bu öykü ilk olarak 26 Aralık 2019 tarihinde Türkiye Bilişim Derneği (TBD) sitesinde yayınlanmıştır, daha sonra İthaki Yayınlarından Silsile: Bilimkurgu Öyküleri adlı öykü derlemesinde yer almıştır. Öykü yarışmada ikincilik ödülü almıştır. Aşağıdaki metin, öykünün en son düzenlenmiş halidir.

Yazı Tura

Ofisimde son müşterilerimi beklerken camdan dışarıyı izliyordum. Havada bir tane bile bulut yoktu ama hava durumu yarım saat sonra yirmi iki dakika yağmur yağacağını söylüyordu. Açık havaya bakılırsa inanması çok güçtü. Ama bir o kadar da kaçınılmaz.

Sağ elimi cebime atıp bir bozuk para çıkardım. Çökme Gününden sonra kim bilir kaçıncı kez attım aynı parayı havaya.

Döne döne yükseldi, döne döne avucuma düştü.

Tura.

Parayı tekrar başparmağım üzerine koyup fırlattım.

Yine tura.

Mekanik hareketlerle yine attım ama bu sefer avucuma düştüğünde ne geldiğini görmeden elimi kapattım. Hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini biliyordum elbette. Çökme Gününden beridir Turacıydım ben. Evrenin değişmezlerinden biri de buydu artık. Falcı Ayhan yazı tura attığında her zaman tura gelecekti. İnanılmaz, ama bir o kadar da kaçınılmaz.

Elim hâlâ paranın üzerine kapalıyken gözüm masamdaki telefona takıldı. Alıp ekranını açtım ve kişilerden Kader’i buldum. Eski eşim. Çökmeden birkaç ay sonra mutluluk formülümüzü çıkarıp, gelecekte evliliğimizin yürümeyeceğini anlayınca ayrılışımızı hatırladım.

Her ne kadar o zamanlar birlikte mutlu olsak da, yaptığımız ikimiz için de en doğrusuydu, biliyordum. Öyleyse, neden yıllar önce çektiğim gülümseyen fotoğrafı ile hâlâ telefonumda ilk sırada duruyordu? Neden telefonu her elime aldığımda açıp onu buluyor, aylardır konuşmamış olmamıza rağmen gülümseyen yüzüne ve telefon numarasına bakıyordum?

Kapı tıklatılıp açılınca telefonu kapatıp düşüncelerimden sıyrıldım. Sekreterim içeri yanında genç bir erkek ve kadınla girdi. İşe geçmeden önce avucumu açıp düştüğü gibi yerinde duran paraya baktım.

Yine turaydı. Elbette hep tura.

“Bugünkü son randevunuz Ayhan Bey.” deyip kapıyı kapatarak çıktı sekreterim.

Parayı cebime atıp çifti fal masasına davet ettim. Yerlerini almadan tokalaştık. “İsmail Bey ve Özlem Hanım sanırım?”

İkisi de gergince gülümseyip kafa salladı.

“Memnun oldum. Lütfen oturun.” dedim. “Size nasıl yardımcı olabilirim?”

Bir an, ne için geldiklerinden emin değillermiş gibi bakıştılar. Sonra, Özlem konuştu. “Altı aydır birlikteyiz.” dedi. “Evlenmek istiyoruz. Evlenirsek mutlu olup olamayacağımızı bize söyleyebilir misiniz?”

Kafam az önce telefondaki o tanıdık gülüşe gitti yine. Gelecekte bizi neyin beklediğini öğrendikten sonra, ayrılana kadar her gün biraz daha azalarak kaybolan o gülüşe.

İş icabı sırıtarak kızıl keten kaplı masayı, üstünde duran bozuk paraları ve çeşit çeşit zarları gösterdim. “En doğru yere geldiniz. Evlilik falı uzmanlık alanlarımdandır.”

Başlamadan önce geçmişlerini sordum. İkisi de orta halli ailelerden gelme, eğitimli ve pırıl pırıl çocuklardı. Kimyaları uyuşuyor, birbirlerine de yakışıyorlardı. Ama hiçbiri geleceğin garantisi değildi ve onu öğrenmek için buradaydılar.

İşe başlamak için elimi masadaki bozuk paralara uzatıyordum ki, “Fala geçmeden önce,” dedi Özlem, İsmail’e göz ucuyla bakarak. “Bize fal bakmanın neden bilimsel olduğunu anlatır mısınız? Hayatımızdaki en önemli kararlardan birini verirken gerçekten işe yarayıp yaramadığını bilmek isteriz. Hem sanırım siz eskiden fizikçiymişsiniz. Çökmeden önce.”

Başımı sallayıp geriye yaslandım. Öyleyse, önce ufak bir tarih dersi. “28 Nisan 2034, saat 10:03. Ne yaptığınızı hatırlıyor musunuz? Çökme anında.”

“Ne önemi var?” diye çıkıştı İsmail. Burada olmak istemediği o kadar belliydi ki.

“Önemi şu.” dedim istifimi bozmadan. “Kimilerine göre Çökme anındaki halimiz, ne yaptığımız; gelecekte nasıl biri olacağımızı ve neler yapabileceğimizi belirleyen bir çıkış noktası. Mutluluk denkleminizi oluşturmanın ilk adımı.”

“Mutluluk denklemiymiş!” dedi İsmail kendi kendine gülerek. Çökmenin gerçekliğini hâlâ tamamen kabul edememiş olduğu belliydi çocuğun. Gerçek hayatta somut olarak karşılaştıklarını göz ardı etmesi mümkün değildi elbette ama bunları kullanarak geleceğin tahmin edilemeyeceğine inanıyor olmalıydı.

Neyse ki, Özlem ile göz göze gelip biraz düşündü. Sonra da, “Önceki gün çok yorulmuştum.” diyerek sorumu cevapladı. “Sabah o saatlerde hâlâ uyuyordum.”

Özlem de hiç düşünmeden, “Okulda son senemdi. Sınava yetişmek için yoldaydım.” dedi.

“Ben de üniversitede derse yeni girmiştim.” dedim, İsmail’in bakışlarına aldırmayarak. “Ne gariptir ki, Kuantum Dalga Fonksiyonunun Çökmesini anlatmak üzereydim. Ne olduğunu biliyor musunuz?”

İkisi de hayır anlamında başını salladı.

“Fizikçi Erwin Schrödinger’in oluşturduğu bir kuramdır. Buna göre, bir parçacık Schrödinger dalga denkleminin çeşitli ihtimaller verdiği, uzaydaki her konumda bulunabilir. Bu ihtimaller bazı konumlarda daha yüksektir ve baktığınızda parçacığı buralarda bulmanız daha olasıdır ama orada olacağının garantisi yoktur. Tamamen bir olasılık hesabıdır yani. Buraya kadar tamam mı?”

Özlem hevesle başını salladı, İsmail ise masadaki zarlardan birini eline almış oynuyordu.

“Bu kuramın ikinci önemli kısmı da şu: sistemde bir gözlem yapılana kadar parçacığın bulunduğu yer kesin olarak bilinemez. Sadece ve sadece gözlem yapıldığı anda olasılık dalga fonksiyonu çöker ve gerçeklik meydana gelerek parçacığın konumu tespit edilebilir.”

İsmail gözlerini zardan kaçırıp bana baktı. Dikkatini çekmiş gibiydim şimdi.

“Bunu en iyi açıklayan örnek eskiden çok ünlü olan bir düşünce deneyidir: Schrödinger’in kedisi. Bu deneyde içi gözlemlenemeyen bir kutuya bir kedi konur. Kedinin yanında da radyoaktif bir element ve o radyoaktif elementin bozunumu ile tetiklenen bir zehirli gaz düzeneği vardır. Dalga fonksiyonuna göre elementin bozunması herhangi bir zaman gerçekleşebilir, ama hiç gerçekleşmemesi de mümkün. Tamamen yarı yarıya bir olasılık. Bozunduğu zaman kedi ölür, bozunmazsa yaşar. Schrödinger, kutu gözlemlenmediği sürece bozunma ve bozunmama olasılığının aynı olduğunu söyler. Yani, gözlem yapılana kadar kedi hem ölüdür, hem diri. İşte, kuantum düzeyde evren bu şekilde çalışıyordu. Çökmeden önce.”

“Şimdi farklı olan ne?” diye sordu Özlem. Eskinin bu çürümüş kuramlarını yeni duyuyor gibiydi.

“Şimdi, o kediyi ve radyoaktif elementi o kutuya koyarsak, içine bakmadan sonucunun ne olacağını bilebiliyoruz. Kediyi içine koyduğumuz anda onu öldürüyor veya yaşatıyoruz. Çünkü önceden tamamen olasılığa göre belirlenen elementin bozunma süresi artık kesin. Kuantum düzeydeki her şey için bu böyle. Artık olasılık diye bir şey yok. Sadece gerçekler var.”

Kaşlarının çatıklığından bir şey anlamadıkları belliydi. İç çekip masaya eğilerek birer bozuk para aldım ve ellerine tutuşturdum. Başparmakları üzerine koyup sırayla masaya atmalarını söyledim.

Paralar masaya düştüğünde İsmail’inki yazı, Özlem’inki tura gelmişti. Atışı doğru yaptıklarından emin olmak için ikişer kere daha attırdım. Farkında olmadan değişik şekillerde atış yapmaları farklı sonuçlar doğurabilirdi çünkü. Üçer atıştan sonra İsmail’inki hep yazı, Özlem’inki de hep turaydı.

Gelecek planları için iyi bir başlangıç değildi ama fallarına bakmaya başladığımı belli etmeden bu sefer de ellerine altılık birer zar verdim. Bunları da üçer kere attıklarında İsmail’inki hep iki, Özlem’inki hep altı geldi.

Kafamda falın kaderi yavaştan çizilmeye başlarken, “İşte,” dedim. “Mikro âlemdeki bu kesinleşmenin sonucunu, makro âlemde en basit haliyle böyle görüyoruz. Yazı tura veya zar atarken bile şans yok. Yeterince sabiti bildiğimiz veya gözlem yoluyla öğrendiğimiz sürece gelecekte olacakları da önceden tahmin edebiliriz. Her şey çok bilinmeyenli birer denklem. Sadece attığınız paralar ve zarlardan bile hayatınızın genel akışı hakkında ihtimalleri sayılabilirim. Veya farklı parametrelere göre ertesi gün havanın nasıl olacağını. Bir saat sonra nasıl hissedeceğinizi. Yeterli bilinen olursa hepsi daha kesin olarak hesaplanabilir.”

“Evet,” diyerek başını salladı Özlem. “Kimsenin ve hiçbir şeyin değişmesi mümkün değil deniyor. Çökme günü ne olduysak ölene kadar öyle kalacağız. Her şey o çarpışma deneyinden sonra olmuş. Ama biz nasıl olduğundan çok nedenini merak ediyoruz.”

“Ve bu fala güvenerek doğru şeyi yapıp yapmadığımızı.” diye tamamladı İsmail, gözleri masada son attığı zarlarda.

“Uzman kişiler tarafından yapıldığında falın güvenilir olduğundan şüpheniz olmasın.” dedim sakince. “Geleceği öngörmede neden sonuç ilişkilerini inceleyen yüzlerce araştırma sonucu yayınlanıyor her ay. Benim gibi bunları güncel olarak takip eden bir falcının yanlış sonuçlara ulaşması çok zor. Deney sonrası çökmenin sebebine gelecek olursak, bu konuda kesin bir görüş yok. Sadece bazı teoriler var. Kimileri, o gün dünyanın en büyük parçacık çarpıştırıcısında yapılan, şimdiye kadarki en yüksek enerjili deneyin asla öğrenmememiz gereken bilgileri açığa çıkardığını söylüyor. Diğer bir deyişle, evrensel bir sınırı ihlal ettiğimiz için zincirleme bir reaksiyona yol açarak tüm olasılık fonksiyonlarının çökmesine neden olduk.”

“Her şeyi, en ince ayrıntısına kadar bilme takıntımız sonumuz oldu demek?” dedi İsmail, Özlem’e dönüp imalı bir şekilde gülümseyerek. “Merak bizi bu hale getirdi?”

“Ben bir şey demiyorum. Sadece bir teori.” dedim omuz silkerek.

“Başka?” diye sordu Özlem.

“Bir diğer teori de,” dedim iç çekerek, “Deneyin daha yüksek boyutlarda yaşayan bazı varlıkların dikkatini çekmiş olması. Dikkatlerini çektik. Evren denen bu kapalı kutuyu gözlemlediler. Tüm olasılık fonksiyonları çöktü.”

“Tanrı yani?” dedi Özlem. “Bilinmemesi gereken şeylere el uzattık, o da her şeyin kaderini bir daha değiştirilemez şekilde çizerek bizi cezalandırdı.”

İsmail gözlerini yuvarladı. Buna inanmadığı belliydi ama ben, “Belki.” dedim sadece, konuyu daha fazla uzatmak istemeyerek. Günün sonu yaklaşıyordu ve müşterilerimin geleceği konusunda içimde kötü bir his vardı. “Öyleyse, mutlu olup olamayacağınızı öğrenmeye hazır mısınız?” diye sordum sonunda.

Özlem, İsmail’e baktı. Çocuk, dudaklarını bükmüş kararsızca bekliyordu. Kız, oğlanın elini sıkıp bakışlarını kenetledi. Uzun süreli bir sessizlikten sonra iç çekip başıyla onayladı İsmail. İkisinin bakışları da beklentiyle bana döndü.

Bozuk para ve zar gibi genel adımları geçtiğimiz için evlilikle alakası yokmuş gibi görünen ve daha özele inen sorularımı sormaya başladım.

Uykudan uyandığınızda kendinizi hangi tarafta uyanmış bulursunuz?

İsmail sağ yanı; Özlem sırt üstü.

Evden çıkarken kapıyı açık unutur musunuz?

İsmal -şaşkın- evet, her zaman; Özlem -kesinlikle- hayır.

Para üstü vermeniz gerektiğinde cüzdanınızda bozuk paranız olur mu?

İsmail her zaman olur; Özlem hiçbir zaman.

Yemek yerken içinden hiç taş çıktığı olur mu?

İsmail hiç çıkmaz; Özlem hiç çıkmaz.

Yağmura şemsiyeniz varken mi yakalanırsınız, yokken mi?

İsmail şemsiyesiz; Özlem şemsiyeli.

Ve böyle devam etti. Belki yirmi, yirmi beş soru. Sonlara doğru bazılarının gerçekten de evlilikte mutlu olmayla alakası yoktu. Sonuca çoktan ulaşmıştım çünkü ve işimi doğru yapmadığımı düşünmelerini istemiyordum.

“Evet.” dedim sonunda arkama yaslanarak. Yüzümü ifadesiz tutmaya çalıştım ama Özlem sonucu anlamış olmalıydı ki, bakışlarını kaçırıp pencereden dışarıya bakmaya başladı. İsmail ise buraya geldiğinden beri belki ilk kez heyecanla öne doğru eğildi.

Bir süre diyeceklerimi düşündüm. İşin en sevmediğim taraflarından biriydi bu, cevap arayanlara imkânsız olduğunu söylemek. Sonucu açıklamak için ağzımı açtım ama Özlem başını sağa sola sallayıp, “Söylemeyin.” dedi.

İsmail ile ikimiz şaşkınca bakakaldık.

“Schrödinger’in kedisi.” dedi Özlem yutkunarak. “Belki de, geleceğimizde ne olacağını öğrenmezsek her iki ihtimal de son ana kadar geçerli olur.” İsmail’e döndü sonra. “Özür dilerim.” dedi gözünde biriken yaşları silerek. “Sen haklıydın. Öncesinde değil, birlikte yaşayarak öğrenelim mutlu olup olmayacağımızı.”

İsmail, sessizce Özlem’in elini kavradı ve uzun süre bakıştılar. Geleceklerine ben değil, burada onlar karar veriyordu.

Uzun sessizliği dışarıda gürleyen gökyüzü böldü. Yağmur gelmek üzereydi.

Sonunda bir karara varmış olmalılar ki, Özlem gözyaşlarını silip gülümseyerek gözlerini kaçırdı, İsmail de yüzünü bana çevirdi.

Bir süre genç adamla bakıştık. Falın ne gösterdiğini o da biliyor olmalıydı ama sadece belli belirsiz başını sallamakla yetindi.

İlk kez böyle bir şey yaşadığım için ne yapacağımı bilemedim. Üzüldüm çocuklar için. Yapamayacaklarından o kadar emindim ki. Mutlu olmalarını ben de isterdim ama her şey denemeyle olsa zıplayarak dünyanın çekiminden kurtulmak da mümkün olurdu.

Ele ele tutuşarak masadan kalktılar. Zar zor duyulan bir sesle teşekkür etti Özlem. Sonra, İsmail Özlem’i sarmaladı ve sessizce ofisimden çıktılar.

Son çıkan İsmail kapıyı ardından açık bırakmıştı.

Kendi kendime iç çekerek yerimden kalkıp kapıyı kapattım. Bir süre orada öylece durup kendi ayrılığımızı düşündüm. O kadar mutluyken vazgeçerek doğru şeyi mi yapmıştık gerçekten? Her şeyi bilinen denklemin farklı bir sonucu olabilir miydi ki?

Elimi cebime atıp bozuk parayı çıkardım kendime hâkim olamayarak. Masama doğru giderken havaya fırlattım milyonuncu kez.

Tura.

Masadan telefonu aldım. Eşimi bulmaya çalışırken tekrar havaya attım parayı.

Numarası ve gülüşü ekranda belirince, göz ucuyla elime düşen paraya baktım.

Yine tura.

Gözlerimi yumup son kez attım.

Avucuma düştüğünü hissedince elimi üzerine kapattım.

O sırada dışarıda şiddetli bir sağanak başladı.

Cam kenarına gidip dışarı baktım. Az önceki müşterilerim aşağıdaydı. İsmail yağmur altında ıslanırken, Özlem çantasından bir şemsiye çıkarıp ikisinin üzerine tuttu. Birbirlerine sarılıp yürüyerek, yağmurun altında ara sokaklarda kayboldular.

Telefonun ekranında gülümseyen yüze döndüm sonra, ardından da içindeki parayla hâlâ kapalı duran elime.

İmkânsızlığın içinde bir imkân olabilir miydi? Sonucu bilinen denklem farklı şekilde çözülemezdi ama çözülmeden bırakılabilir miydi?

Çökme Gününden sonra belki de ilk kez umursamadığımı fark ettim.

Ne geldiğine bakmadan parayı cebime bıraktım ve yıllar sonra tekrar Kader’i aradım.


Öykü – Akılsız Ev

Öykü – Akılsız Ev

Evdeki akıllı eşyaların boyunduruğundan kurtulup hayatının kontrolünü tekrar eline almaya çalışan bi…

Öykü – Özgür Adam

Öykü – Özgür Adam

Hayatın tutsak ettiği bir komutanın hayatı, distopik bir gelecekte sınır karakoluna gelen muamma bir…

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Bir yangında hafızasını kaybeden robot suçlu olduğu iddiasıyla yargılanmaya başlar.

Öykü – Yazı Tura yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
/bilim-kurgu/yazi-tura/feed/ 0
Öykü – Yazarından Seçmece 25 Öyküyle Bilimkurgu Mikrohikaye’nin 3. yılı /kategorisiz/yazarindan-secmece-25-oykuyle-bilimkurgu-mikrohikayenin-3-yili/ /kategorisiz/yazarindan-secmece-25-oykuyle-bilimkurgu-mikrohikayenin-3-yili/#respond Sun, 13 Dec 2020 12:36:42 +0000 /?p=694 Yazarından Seçmece 25 Öyküyle Bilimkurgu Mikrohikaye’nin (BK MikroHikaye) 3. yılı.

Öykü – Yazarından Seçmece 25 Öyküyle Bilimkurgu Mikrohikaye’nin 3. yılı yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
İlk nerede yayınladı?

Bu yazı ilk olarak 28 Mayıs 2020 tarihinde Kayıp Dünya sitesinde yayınlanmıştır.

Hakkında kimler ne dedi?
  • Kayıp Dünya (1 yorum)
    • En sevdiğim hikayelerden birkaçını da tekrar hatırlamış oldum. Bu işi bu kadar uzun süredir aralıksız sürdürmek büyük başarı gerçekten. Eline sağlık Mehmet. – Gürkan KARA

Yazarından Seçmece 25 Öyküyle Bilimkurgu Mikrohikaye’nin 3. yılı

MÜZİK

YUVA

MATEMATİK

SABİT

ÜTOPYA

SU

KÖR

İMKANSIZ

3 İNSAN YASASI

YAŞ

MUTLULUK

SATICI

SAHTE

HÂLÂ

KAÇAKÇI

GÖZLEM

YALANCI

SIKICI

KARANLIK KORKUSU

SANAT DEĞİL

SON MESAJ

SINIRLAR

KİM?

CİNAYET

EN AZINDAN

 


Öykü – Akılsız Ev

Öykü – Akılsız Ev

Evdeki akıllı eşyaların boyunduruğundan kurtulup hayatının kontrolünü tekrar eline almaya çalışan bi…

Öykü – Özgür Adam

Öykü – Özgür Adam

Hayatın tutsak ettiği bir komutanın hayatı, distopik bir gelecekte sınır karakoluna gelen muamma bir…

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Bir yangında hafızasını kaybeden robot suçlu olduğu iddiasıyla yargılanmaya başlar.

Öykü – Yazarından Seçmece 25 Öyküyle Bilimkurgu Mikrohikaye’nin 3. yılı yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
/kategorisiz/yazarindan-secmece-25-oykuyle-bilimkurgu-mikrohikayenin-3-yili/feed/ 0
Öykü – Yazarından Seçmece 25 Öyküyle Bilimkurgu Mikrohikaye’nin 2. yılı /kategorisiz/yazarindan-secmece-25-oykuyle-bilimkurgu-mikrohikayenin-2-yili/ /kategorisiz/yazarindan-secmece-25-oykuyle-bilimkurgu-mikrohikayenin-2-yili/#respond Sun, 13 Dec 2020 12:10:34 +0000 /?p=688 Yazarından Seçmece 25 Öyküyle Bilimkurgu Mikrohikaye’nin (BK MikroHikaye) 2. yılı.

Öykü – Yazarından Seçmece 25 Öyküyle Bilimkurgu Mikrohikaye’nin 2. yılı yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
İlk nerede yayınladı?

Bu yazı ilk olarak 21 Mayıs 2020 tarihinde Kayıp Dünya sitesinde yayınlanmıştır.

Yazarından Seçmece 25 Öyküyle Bilimkurgu Mikrohikaye’nin 2. yılı

MESAJ

PALİNDROM

KAÇIŞ

AYNA

AN

BÜYÜK KOVULMA

AYRIM

YÜK

KIRIK

MAALESEF BUNU YAPAMAM

DİZİ

SON TEST

GERÇEKLER

AYNI ANDA

ÇİÇEK

PARAZİT

BÜYÜLÜ SINIR

HATALAR

TERSİNE

LEBLEBİ

ROMAN

FİKİR

TERBİYE

PARADOKS

ŞİFRE

 


Öykü – Akılsız Ev

Öykü – Akılsız Ev

Evdeki akıllı eşyaların boyunduruğundan kurtulup hayatının kontrolünü tekrar eline almaya çalışan bi…

Öykü – Özgür Adam

Öykü – Özgür Adam

Hayatın tutsak ettiği bir komutanın hayatı, distopik bir gelecekte sınır karakoluna gelen muamma bir…

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Bir yangında hafızasını kaybeden robot suçlu olduğu iddiasıyla yargılanmaya başlar.

Öykü – Yazarından Seçmece 25 Öyküyle Bilimkurgu Mikrohikaye’nin 2. yılı yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
/kategorisiz/yazarindan-secmece-25-oykuyle-bilimkurgu-mikrohikayenin-2-yili/feed/ 0
Öykü – Yazarından Seçmece 25 Öyküyle Bilimkurgu Mikrohikaye’nin 1. yılı /kategorisiz/yazarindan-secmece-25-oykuyle-bilimkurgu-mikrohikayenin-1-yili/ /kategorisiz/yazarindan-secmece-25-oykuyle-bilimkurgu-mikrohikayenin-1-yili/#respond Sun, 13 Dec 2020 11:54:22 +0000 /?p=680 Yazarından Seçmece 25 Öyküyle Bilimkurgu Mikrohikaye’nin (BK MikroHikaye) 1. yılı.

Öykü – Yazarından Seçmece 25 Öyküyle Bilimkurgu Mikrohikaye’nin 1. yılı yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
İlk nerede yayınladı?

Bu yazı ilk olarak 11 Mayıs 2020 tarihinde Kayıp Dünya sitesinde yayınlanmıştır.

Hakkında ne dediler?
  • Bu hikayelerden bazıları bana antik yunan düşünürlerinin binlerce yıl sonrasına ulaşan paradokslarını hatırlatıyor. Birkaç kelime bile okuyucuyu anında bambaşka bir evrene ve/veya gerçekliğe taşıyabiliyor. Bazı mikro hikayeler ise “bir romana dönüşse de daha fazlasını okusak keşke” dedirtiyor. Mikro hikayelerin nice yıllarını görmek ümidiyle 🙂 – Fatmagül Bolat
  • Her gün heyecan ve merakla bekleten, birkaç satıra bazen yüzlerce kelime sığdıran mikro öykülerin efendisi, ellerine sağlık 🙂 Daha nice nice yaşlara! – Pınar KARACA

Yazarından Seçmece 25 Öyküyle Bilimkurgu Mikrohikaye’nin 1. yılı

ANNE

 

CEHENNEM

 

İŞSİZ

FİLM ŞERİDİ

 

SANAL GERÇEK

 

MİLYONLARCA

 

UZAKTAN

 

YALAN

 

YARIN

 

YEDEK

 

METAL

 

BÜYÜK SAVAŞ

 

BORÇ

SONUMUZ

 

UNUTMA!

 

NESLİ TÜKENENLER

 

GENETİK HAKLAR

 

EN ZOR SAVAŞ

 

KİMİN İÇİN?

 

KOMUTLAR

 

SON ÖLÜM

 

CELLAT

 

TOZPEMBE

 

İNANILMAZ

 

ÖZLEM

 


Öykü – Akılsız Ev

Öykü – Akılsız Ev

Evdeki akıllı eşyaların boyunduruğundan kurtulup hayatının kontrolünü tekrar eline almaya çalışan bi…

Öykü – Özgür Adam

Öykü – Özgür Adam

Hayatın tutsak ettiği bir komutanın hayatı, distopik bir gelecekte sınır karakoluna gelen muamma bir…

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Bir yangında hafızasını kaybeden robot suçlu olduğu iddiasıyla yargılanmaya başlar.

Öykü – Yazarından Seçmece 25 Öyküyle Bilimkurgu Mikrohikaye’nin 1. yılı yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
/kategorisiz/yazarindan-secmece-25-oykuyle-bilimkurgu-mikrohikayenin-1-yili/feed/ 0
Öykü – Elifya’nın Çocukları /kategorisiz/elifyanin-cocuklari/ /kategorisiz/elifyanin-cocuklari/#respond Sun, 13 Dec 2020 11:43:11 +0000 /?p=673 Yeni bir dünyaya gönderilen ilk insan; bir katilin öyküsü.

Öykü – Elifya’nın Çocukları yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
İlk nerede yayınladı?

Bu öykü ilk olarak 2 Kasım 2017 tarihinde Yerli Bilimkurgu Yükseliyor sitesinde yayınlanmıştır. Aşağıdaki metin, öykünün en son düzenlenmiş halidir.

Elifya’nın Çocukları

TARİH: 39. Elifya Yılı

YER: Bergin kolonisi, Baba’nın Evi

GÜNLÜK #245: Vasiyet

Ömrümün son günlerine geldiğimin farkındayım, belki de son günlük kaydımı yazıyorum. Gelecek nesiller için son bir kayıt, kökenlerinin neresi olduğunu bu gezegene ilk ayak basan babalarından öğrenmeleri için son bir fırsat. Anlatacaklarımı şimdiye kadar çok az evladımla paylaştım, saklamak için kendimce sebeplerim vardı. Ama artık nereden geldiğinizi öğrenme vakti geldi.

Her şey bir cinayetle başladı.

Anneniz Elif hamileydi. İlk çocuğumuz… Daha altı aylık bir erkek. Adını bile koymuştuk: Bergin. Çocuk sahibi olmaya karar verdiğimizde, Elif onu kendi, doğal yollarla doğurmak istemişti. Dokuz ay karnında büyütecek, onunla yatıp kalkacak, her gün onu düşünerek gelişini dört gözle bekleyecekti. Yapay doğumun çok daha sağlıklı ve güvenli olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Ama ne çare. Anneniz bir şeyi kafasına koyduğu zaman onu yolundan çevirmek mümkün değildi. Hamileyken en azından işine ara vermesini söyledim ama sonucu tahmin edebilirsiniz.

O lanet olay da işteyken yaşanacaktı. Federasyondan bağımsız bir hayır organizasyonunda çalışan Elif’in, eziyet altındaki kolonilerden birinden yanına aldığı, ufak tefek bir gençti sonunu getiren. O gün iş çıkışı, Elif’le bir şeyler konuşmak için odasına girmiş, odadan yükselen çığlığın duyulmasıyla asıl niyeti anlaşılmıştı. Anneniz, kalbine saplı bir bıçakla oracıkta ölüvermişti. O adam bir bıçakla iki cana birden kıymıştı. Olanları öğrendiğimde… Onca yüzyıldan sonra, yüzlerce ışık yılı uzaktan bile hala nasıl acı verebilir bir anı?

İçimde kabaran öfke ateşini hayal edebilirsiniz. Hiçbir şeyin önemi yoktu artık benim için, evrenin dipsiz karanlığında savrulan bir cesettim, tek görebildiğim, tek umursadığım alev gibi parıldayan bir intikam güneşiydi.

Adamın evli olduğunu, bir oğlu olduğunu öğrendim. Önce babayı öldürecektim, Elif’ime yaptığı gibi bıçağı kalbine sokacaktım, sonra da oğlunu… Yaptım da. Tanıdıklarım sayesinde tutulduğu hücreye kadar girdim, bıçağı o alçak adamın kalbine sapladım. Son nefesini verirken, gözlerinin içine bakarak, oğlunu da Bergin’imi öldürdüğü gibi öldüreceğimi söyledim. Yapacaktım.

Evlerine gittiğimde geceydi. Anne de, oğlu da uyuyordu. Yapabilirdim, o kadar kolaydı ki o savunmasız, hiçbir şeyden habersiz masum yavruyu öldürmek. Ama işte tam da bu sebepten bıçağı tutan ellerim donakalmıştı. Babaların suçunu oğullardan alırsam, o katilden ne farkım kalırdı?

Gözlerim yaşlı, bıçak elimde, evden çıkarken tutuklandım. Bana söyledikleri şey, Elif’i öldüren adamın da kolonilerdeki bir terörist grubun kurbanı olduğu, ailesi tehdit edildiği için bu işe zorlandığıydı. Bıçağı saplayan eli kesmiştim ama asıl emri verenler belki de asla bulunamayacaktı.

Ne için olmuştu bu yaşananlar? Bir hiç uğruna mı? Her gün gözlerimi kapadığımda kendime aynı şeyi söylüyor, adamın hak ettiğini, adaletin yerine geldiğini fısıldıyor olsam da, yine de bir cinayetti. Boşuna alınan bir can. Şu an bile, ölüm döşeğimde, kana bulanmış ellerimdeki kızıl bıçağı, hışımla kalbine sapladığımda ne kadar kolayca kaburgalarının arasından geçtiğini, adamın gözlerindeki şaşkın ifadeyi, burnuma çalınan kan kokusunu hissedebiliyorum. Bir canı almak ne kadar da kolay, yeni bir can dünyaya getirmek ne kadar meşakkatli, onu koruyup kollamak ne kadar da zor ve bir o kadar tatlı.

Sonunda olacakların farkındaydım, federasyonda adam öldürmenin cezası belliydi. Hapis gezegenlerinden birinde müebbet. Yıllarca yattım. Ne kadar sürdü bilmiyorum, dışarıda olan bitenleri takip etmiyor, kimseyle konuşmuyor, hapiste kendimi hapsediyordum. Kuruyup ölmeye yüz tutmuş bir ağaç için bunların ne önemi vardı ki?

Sonra bir gün gezegene geldiler. Galaksinin en uzak köşelerine koloniler kuracak ‘gönüllüler’ bulmak için. Federasyon popülasyonu giderek artıyordu, en yakın yaşanabilir gezegenlere çoktan koloni gemileri de gönderilmişti. Uzak koloni adayları için ise tam teşekküllü koloni gemileri riske edilemezdi. O yüzden, derin uykuda yüzyıllar sürecek yolculuklarla, yaşanabilir olma ihtimali olan uzak gezegenlere gönüllüleri gönderecek basit gemiler kullanılacaktı. Tek bir gönüllü, tek bir gemi, hedefe varınca bir yıl kadar yetecek erzak, birkaç yardımcı robot ve doğum tüplerinde, gelişmeye hazır, onlarca döllenmiş embriyo.

Gönüllü olmak istedim ama bir şartım vardı. Embriyolar, Elifle benim yıllar önce dondurttuğumuz döllenmiş yumurtalardan olmalıydı. Kabul etmediler tabii. Ağır yükümlü biri olarak pazarlık yapacak durumum olmadığının farkındaydım. Ama belli ki, program için yeterince gönüllü bulamamışlardı. Tekrar geldiklerinde, buna izin verileceğini fakat genetik çeşitliliğin korunabilmesi için embriyolarda genetik değişimlere gidileceğini söylediler.

Kabul etmek zorundaydım. Tekrar Elif’ime dair bir şeyler görebilme arzusu hala her şeyden güçlüydü.

Birkaç yıl süren eğitimden sonra uyutulup, galaksinin diğer bir ucuna yollandığımda artık yalnızdım. Tam iki yüz elli ışık yılı. Uyandığımda karşımda duran zümrüt yeşili bir küre. Capcanlı, yeni bir dünya ama anılarıma hiçbir şey olmamış gibi. Hala yalnızdım, hala Elif’in saçlarının kokusu, ellerinin yumuşak dokunuşu, pamuk gibi gülüşü hatırımda… Ve intikam ateşiyle, eli mahkum bir kalbe sapladığım soğuk bıçak.

Ama tam anlamıyla yalnızım denemezdi, değil mi? Siz vardınız. Büyütülmeyi bekleyen yüz elli embriyo ve Elifya adını verdiğim bu güzel gezegen. Yuvanız.

İlk ekinleri ben ektim, ilk evi ben inşa ettim, ilk koloniyi ben kurdum. Sizleri, şimdilerde çalışmaz hale gelmiş bakıcı robotların da yardımıyla sırayla büyüttüm. Şimdi sizin çocuklarınızın bile çocukları var.

Artık biliyorsunuz.

Öyleyse, size vasiyetim şudur: Asla bir kardeşinizin canına kıymayın. Biri, bir sevdiğinizin canını alırsa, kısasla muamele etme hakkınız var. Ama aynı yoldan geçmiş babanız size diyor ki, affedin. Önce kendinizi affedin, sonra yapan kişi hatasını anladıysa onu. Kolay değil, biliyorum. Ama Elifya’nın huzuru için sözlerimi dinleyin, siz yine de affedin. Ondan sonra, onu bu koca gezegenin başka bir köşesine yerleşmesi için aranızdan sürün, ki ne huzurunuz bozulsun, ne de evlatlarımdan birinin daha canına kıyılmış olsun.

Kaçınılmaz olan bir şey daha var. İleride, başka insanlar, beni buraya gönderenler, Elifya’ya gelecekler. Sizden kendi kurallarına uymanızı, onlara boyun eğmenizi veya bazı değerlerinizden vazgeçmenizi isteyecekler. Onlara karşı koyun veya ne derlerse yapın demiyorum. Sadece bilge olun, sabredin ve birlikte karar verin. Unutmayın, bu gezegen yuvanız. Siz ne kadar kararlı olursanız, Elifya da o kadar yanınızda olur, siz ona ne kadar saygı duyarsanız, o da sizi o kadar korur. Ne de olsa burası onun gezegeni, annenizin.

Öyleyse, anlattıklarımı kulak verin ve Elifya’nın ölmesine izin vermeyin. Çünkü siz onun çocuklarısınız!


Öykü – Akılsız Ev

Öykü – Akılsız Ev

Evdeki akıllı eşyaların boyunduruğundan kurtulup hayatının kontrolünü tekrar eline almaya çalışan bi…

Öykü – Özgür Adam

Öykü – Özgür Adam

Hayatın tutsak ettiği bir komutanın hayatı, distopik bir gelecekte sınır karakoluna gelen muamma bir…

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Bir yangında hafızasını kaybeden robot suçlu olduğu iddiasıyla yargılanmaya başlar.

Öykü – Elifya’nın Çocukları yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
/kategorisiz/elifyanin-cocuklari/feed/ 0
Öykü – Ağaçyiyen Tuska /kategorisiz/agacyiyen-tuska/ /kategorisiz/agacyiyen-tuska/#respond Sun, 13 Dec 2020 11:14:59 +0000 /?p=666 Ağaç yemeyi kafasına koymuş olan dev Tuska, dağdan inip insanların kutsal saydığı ormana girer. Her yaştan okuyucular için ideal, fantastik bir öykü.

Öykü – Ağaçyiyen Tuska yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
İlk nerede yayınladı?

Bu öykü ilk olarak 30 Mayıs 2014 tarihinde Kayıp Dünya sitesinde yayınlanmıştır. Aşağıdaki metin, öykünün en son düzenlenmiş halidir.

Ağaçyiyen Tuska

Tuska bugün ağaç yiyecekti. Kayakardeşleri insanların ağaçları çok sevdiğini, yemesine izin vermeyeceklerini, alçak topraklara inerek vaktini boşa harcayacağını söyleyip durmuştu. Yurdu olan dağlarda tatmadığı şey kalmamış olan Tuska ise kabilesi içindeki ilk ağaçyiyen olmayı kafasına koymuştu bir kere.

Şimdi, dağın eteklerindeki kayalıkları ardında bırakıp ilk kez yumuşak toprağa adım atıyordu. Kayalarla teması kesilir kesilmez, dağlardayken yerden fışkırmaya çalışan dünyanın özü neredeyse hissedilemez oldu. Özün yokluğu ile afallayan Tuska bir an duraksadı, göğsünden yükselen bir gürlemeyle homurdandı ama yürümeye devam etti. Ayakları altındaki yumuşak toprak, aç bir kayakardeşin sonuna kadar parçalayıp da tadını beğenmeyerek etrafa kustuğu bir çakıl çorbası gibiydi. İnsanlar burada nasıl yürüyor ki? diye düşündü. Çıplak ayakları her adımda yere gömülüyor, ilerlemek için çabalaması gerekiyordu. Buradaki sıcak hava da kızgın bir kaya gibi üstüne bastırıyor, Tuska’nın dağ gibi göğsündeki taşlaşmış deriyi örten kıllar, içine sivri kayalar kaçmış gibi delice kaşınıyordu.

Ama Tuska’yı böyle basit şeyler alıkoyamazdı. İleride, gitgide yaklaşan yeşim rengi ağaçlık iyice iştahını kabartınca dişlerini hevesle takırdattı, adımlarını hızlandırdı.

Ağaçlığa yeterince yaklaştığında artık insanların ağaçları neden bu kadar sevdiğini tahmin edebiliyordu. Uzaktan ufak görünmelerine rağmen aslında epey büyüktüler, burada sıra sıra dizilmiş olanların en küçüğü bile Tuska’nın iki üç katıydı. Bir tanesi tek başına bir kayakardeşine bir öğün yeterdi. Hem ağaçlardan süzülen bu his de neydi? Ah evet, Öz.

Bu alçak topraklarda, derinliklerde saklı olan Özün ağaçları doldurduğunu, onlara can verdiğini seziyordu. Bu ağaçlardaki Öz neredeyse Yüce Dağ’ın doruklarındaki kadar yoğundu. İnsanların ağaçları sevmesinin nedenlerinden biri de bu olsa gerekti.

Gözüne kestirdiği iri yarı bir ağaca hevesle yaklaştı. Şöyle iyice bir tadına bakıp ufaklardan bir tanesini de diğerlerine göstermek için yanında götürecekti. Yoksa o kaya kafalılar ona kolay kolay inanmazdı.

Heyecanla dişlerini takırdatıp ağaca uzandığı sırada etrafında birileri belirdi. Yerden bitermişçesine ortaya çıkan insanlar, Tuska’yı çevreleyip ağaçla arasına girmişlerdi bile. Tuska daha önce insanları sadece uzaktan görmüştü, o yüzden daha da küçük olduklarını sanıyordu. Ama en uzunları Tuska’nın neredeyse yarısına geliyordu. Üstelik niyeyse hepsi de ellerindeki sivri metal şeyleri ona doğru çevirmişti.

Tuska dişlerini birbirine vurarak küçük insanları selamladı. İnsanlar karşılık olarak biraz geriledi, birkaçının ellerindeki şeyler Tuska’nın çenesi gibi titredi. İnsanlar böyle selamlaşıyordu demek.

Tuska ağaca doğru bir adım attı.

“D-dur!”

Konuşan insan metalin ucunu Tuska’nın suratına doğru kaldırmıştı ama olduğu yerde zıplayıp savursa bile çenesine değdiremezdi. Hem elindekini kaya gibi sert Tuska’ya vurup parçalamak istemiyorsa niye böyle bir şey yapacaktı ki?

“Ne yapıyorsun dev?” dedi insan.

Tuska dişlerini şaşkın şaşkın birbirine sürttü. “Ağaç yiyecek ben.”

“O-olmaz,” dedi aynı insan. “Kutsalları yiyemezsin.”

Tuska yavaşça göz kırptı, sonra insanların arasından geçip başka bir ağaca yöneldi. Belli ki o ağacın sahipleri vardı. Bu küçük insanlara en az bir gün yeterdi o herhalde. Hiç sorun değildi. Burada onlarca ağaç vardı.

Bir sonraki ağaca geldiğinde insanlar yine etrafına sardı. Tuska bir başkasına yöneldi. İnsanlar onu takip etti. Bir öbürüne hamle yaptı, insanlar yine peşi sıra gelip silahlarını kaldırdı.

Şapşal insanlar, diye düşündü Tuska. Burada Yüce Dağ’ın taşları kadar çok ağaç var. Herkese yetecek kadar.

Belli ki insanlar yumuşak kafaları yüzünden doğru düzgün düşünemiyordu. Olsun bakalım, o zaman Tuska da gidiyormuş gibi yapar, geceyi bekler, ağacın tadına öyle bakardı. Koca Tuska bir ağaç yemeden kayakardeşlerine dönecek değildi.

İnsanları şimdilik kendi başlarına bırakıp uzaklaşacakken, ötede, ağaçların arasında bir hareketlilik gördü. Daha başka bir sürü insan vardı orada, herhalde bir tür toplantı veya ziyafet için toplanmışlardı. Belki de ağaç yiyorlardı. Evet, evet kesin bir ağaç ziyafeti olmalıydı. Bunca ağacın ortasında başka ne yapılırdı ki?

Tuska o yöne hareketlenince peşindeki insanlar da telaşla onu izledi ama ağaçlarına dokunmayacağını anlayınca takip etmeyi bırakıp, kendi aralarında fısıldanmaya başladılar. Tuska peşindekileri unutup ziyafete doğru ilerlemeye devam etti.

İlerideki kalabalıktan, yaklaştıkça daha da belirginleşen garip bir ses yükseliyordu. Tepe aşağı yuvarlanan bir taşın çıkaracağı gibi sürekli, bir yükselip bir alçalan, kimi zaman metalik, kimi zaman boğuk ama insanlar gibi fazla yumuşak ve rahatsız edici bir gürültüydü bu. Tuska huzursuzca dişlerini gıcırdattı. Buna rağmen, açlığından çok merakının peşinde birkaç koca adım daha attı ve kendini ağaçların ortasında açıklık bir alana toplanmış, daha önce hiç görmediği kadar insanın arasında buldu. Alanın ortasında gün ışığına rağmen büyük bir ateş yanıyor, insanlar o yumuşak akıllarını iyice yitirmiş gibi bir o yana bir bu yana gidip duruyordu. Açıklığın öbür tarafındaki bir grup insan ise bir taraftan Tuska’nın duyduğu o garip sesleri çıkarıyor, bir taraftan da bir şeyler söyleyerek kendi çıkardıkları gürültüye eşlik ediyordu. Ama bunca insanın buraya toplanmış olmasına rağmen ortada yenmeyi bekleyen bir tane bile ağaç yoktu. Neredeydi bu kaya belası ağaç ziyafeti?

Bir kar fırtınasının savrulan taneleri gibi karmaşık bu kalabalığın girişinde sağa sola bakarken, Tuska havada uçuşan büyükçe bir böcek gördü. Çevik bir hareketle böceği yakalayıp avucu içine sıkıştırdı. Dorukböceği gibi bir şeydi ama daha büyüktü, elinin içinde kıvranıp duruyordu. Tuska, açlığı iyice kabarırken böceği ağzına atıp yuttu. Bir an durup dorukböceğininkine benzer bir tat almayı bekledi ama hiçbir şey hissetmedi. İnsanlar arasında yaşayan böcekten ne beklenirdi zaten?

Kendi kendine homurdanırken kalabalıktaki insanların onu izlediğini fark etti. O rahatsız edici gürültü de sonunda kesilmişti. Kalabalıktaki hemen her insan bir kaya gibi olduğu yere çakılıp kalmış, başları yukarıda onu süzüyordu. Göğüs kıllarına bakıyorlardı kesin. Dağlarda bile kılları onun kadar uzunu çok azdı. Bu kıllar sağ olsun, zirvelere çıkmadığı sürece soğuğa karşı sarınacak bir şeye bile ihtiyacı olmazdı.

Yüksek sesle bir nefes alıp göğsünü iyice kabarttı. Kalabalıktan seri konuşmalar ve birkaç keskin ses yükseldi. Ya işte böyle, biraz göğüs kılı görün.

Tuska gururla kalabalığı süzerken gözü bir şeye takıldı. Biraz ötede, önünde bir insanın durduğu küçük bir kayanın üzerine dizilmiş ağaççıklar vardı. Aha! Burada ziyafet olduğunu biliyordum.

Etrafındaki küçük insanlara umursamadan seri adımlarla ziyafetin verildiği kayaya geldi. Buraya dizilmiş şeyler gerçekten de ağaçtı ama niyeyse de epey küçüktüler. Boyları neredeyse yarım insandan biraz daha uzun, kalınlıkları ise Tuska’nın bir parmağı kadardı. Eh, ufak insanlardan da bu beklenirdi. Ağaççıkların üstleri değişik şekillerde oyuklarla doluydu. Birkaçının etrafına ise renkli yapraklar sarılıydı.

Tuska bir tanesini almak için eğildi.

“Hey, n-n’apıyorsun?” dedi bir ses.

Tuska eli havada duraksadı. Ağaççıkların başında bekleyen insandı konuşan. Boyu diğer birçoklarından daha kısaydı. Saçsız başını yukarı kaldırmış, minik gözlerle ona bakıyordu.

“Ağaç yiyecek ben,” dedi Tuska.

“Ne?”

“Ağaç?” dedi Tuska üstüne yaprak sarılı bir tanesini göstererek.

İnsan bir şey demeden başını sağa sola salladı. Bu evet demekti, değil mi? Çenesiyle derdini anlatmayı bilmeyen bu insanları anlamak da çok zordu. Ama insan başka bir şey demeyince, Tuska sonunda ağacın tadına bakabileceğini anladı. Hevesle dişlerini takırdatıp bir ağacı kaptı.

“D-dur!” dedi insan. “Bunlar ağaç değil.”

Tuska duraksayıp elindeki şeyi evirip çevirdi. Evet, diğer ağaçlar gibi büyük ve karışık değildi. Düz, ince ve pürüzsüzdü ama ağaç olmalıydı bu.

“Ağaç,” dedi Tuska yine elindekini göstererek.

“Hayır,” dedi insan. “Bunlar asa.”

“A-sa?”

“Evet, havarilerin asaları.”

Tuska’nın kafası karışmıştı. Şaşkınca gürüldedi. “Ağaç?”

İnsan bir ağaççığı titreyen eline alıp bir ucundan tuttu, diğer ucunu da toprağa koydu. “Sadece böyle yürürken kullanmak için. Asılları gibi büyülü değil.”

İnsan elindekini birkaç kez kaldırıp toprağa vurdu. “Bak bir şey olmuyor. Ölü ağaçtan yapılma bunlar.”

“Ağaç!” dedi Tuska tüm hevesiyle dişlerini çatırdatarak. Tamam, bunlarda diğer ağaçlarda hissettiği Özden bir iz yoktu ama ağaç ağaçtı. Kum kafalı insanlar, bir şeye farklı isim vermek onu başka bir şey yapmazdı ki. Ağacı ağzına götürdü.

“Dur ama!” diye bağırdı insan.

Tuska duraksadı. Bu küçücük insandan nasıl bu kadar çok ses çıkabiliyordu?

“O-onun parasını verecek misin?”

Tuska kafası karışık bir halde insanı süzerken, tüm bıkkınlığıyla dişlerini gıcırdattı. Minik insan bir an sıçrar gibi oldu, sonra tüysüz kafasında, güneş altında parlayan bir şeyler belirdi. Tuska merakla insana doğru eğildi. Sadece su damlacıklarıydı bunlar. Ama yağmur falan da yağmamıştı ki? Nereden gelmişlerdi? Hem acaba ağacı alabilmek için bunları yalaması mı gerekiyordu?

Tuska, “Para?” diye sordu ışıldayan damlaları yakından inceleyerek.

Küçük insan nefes nefese geri çekilip başındaki damlaları sildi. Hay kara kaya! diye kendi kendine kızdı Tuska. Demek yalamam gerekiyormuş.

“Ben bunları satıyorum. Bana karşılığında bir şey vermen lazım,” dedi insan titrek bir sesle ağaçları göstererek.

Tuska bir an düşündü. Sonra aklına yanında getirdiği şey geldi. Elini beline sarılı peştamalın içine attı. Biraz arandıktan sonra istediği şeyi buldu ve çenesini bir zafer takırdamasıyla birbirine vurup, çıkardığı şeyi insana uzattı.

Tuska’nın avucundaki sarı metal külçe, en az insanın kafasında beliren damlalar kadar ışıl ışıldı. Tuska bunu birkaç gün önce öğle yemeği sırasında parçaladığı bir kayanın içinde bulmuştu. Tadına bakmak için bir ısırık aldığı köşesi dışında sapasağlam duruyordu. Kabiledeki kayakardeşleri ona insanlar parlak şeyleri sever dedikleri için yanında getirmeyi akıl etmişti. Bakalım söylenenler doğru muydu?

Tuska’nın elindeki şeyi gören insan bir an donakaldı, sonra hızla sağa sola baktı. Tuska da insanın hareketlerini takip edip etrafına bakındı. Biri mi geliyordu ki?

“Altın mı bu?” diye sordu insan, Tuska’nın elindeki taşı kaparken.

“Evet,” dedi Tuska. Şapşal insanlar işte. Altın da neyse? Taş taştı. İster parlak, ister sönük olsun. Önemli olan tadıydı. Ve insanların altın dediği bu şeyin tadı biraz önce yuttuğu o böcekten bile beterdi.

Tuska elindeki ağacı göstererek, “Ağaç?” diye sordu. Artık iştahı iyice kabarmıştı, boş karnından boğuk gürültüler yükseliyordu.

İnsan bir süre parlak taşı incelerken Tuska’yı unutmuş gibiydi. Ama sonra taşı hızla kıyafetinin içine attı, yine kafasında biriken damlacıkları sildi ve hiçbir şey olmamış gibi, “Evet, al o asa senin olsun,” dedi.

Tuska bu sefer dişlerini öyle bir takırdattı ki, neredeyse tüm vücudu titredi. Ağacı midesine götürmeden önce insanın yüzüne doğru iyice yaklaştı ve teşekkür etmek için diliyle ağzını şapırdattı.

“Tamam, tamam,” diye feryat etti insan gerileyerek. “Hepsini al, hepsini al!”

Bir an sonra da, Tuska daha ne olduğunu anlayamadan, insan kalabalığın arasına karışıp kaybolmuştu. Tuska kendi kendine şaşkınca homurdandı ama diğer insanlara aldırmadan ağaçları alıp kolunun altına topladı.

Kalabalığın içinden çıkıp tekrar dağlara yönelirken ağacın birini ağzına attı, bir kere çatırtıyla çiğnedi, sonra da yuttu.

İnsanların bu kadar sevdiği şey fazla yumuşaktı, ölü olduğu için Özden yoksundu ama tadı fena değildi.

En azından altından iyi, diye düşündü ve dişlerini takırdatarak güldü.


Öykü – Akılsız Ev

Öykü – Akılsız Ev

Evdeki akıllı eşyaların boyunduruğundan kurtulup hayatının kontrolünü tekrar eline almaya çalışan bi…

Öykü – Özgür Adam

Öykü – Özgür Adam

Hayatın tutsak ettiği bir komutanın hayatı, distopik bir gelecekte sınır karakoluna gelen muamma bir…

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Bir yangında hafızasını kaybeden robot suçlu olduğu iddiasıyla yargılanmaya başlar.

Öykü – Ağaçyiyen Tuska yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
/kategorisiz/agacyiyen-tuska/feed/ 0
Öykü – Çelikkale /kategorisiz/celikkale/ /kategorisiz/celikkale/#respond Sat, 12 Dec 2020 20:36:31 +0000 /?p=658 Çanakkale Savaşının tüm şiddetiyle yaşandığı alternatif bir tarihte, Osmanlı savunmasını kırmak isteyen düşman yeni bir silahla saldırıya geçer.

Öykü – Çelikkale yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
İlk nerede yayınladı?

Bu öykü ilk olarak 15 Nisan 2014 tarihinde Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisinde yayınlanmıştır. Aşağıdaki metin, öykünün en son düzenlenmiş halidir.

E-Kitap Linkleri
Öykü hakkında ne dediler?

Çelikkale

Anafartalar Ovası ağır sis altındaydı, semadaki bulutlar yere inmiş gibiydi. Sisler arasındaki Yusuf ise tüfeğini bir dala astı ve önündeki ağaca tırmanmaya başladı.

Aşağıda bekleyen dostu Osman seslendi, “Mustafa yüzbaşı tüfeğini asla yanından ayırmayacaksın demişti.” 

“Biliyorum,” dedi Yusuf. “Ama yukarı düşmanı kollamaya çıkıyorum, avlamaya değil.”

Yusuf, top atışlarına rağmen hâlâ ayakta kalabilmiş koca çama dalgınca tırmanırken, sislerle sarmalanan Osman aşağıdan homurdandı ama başka da bir şey demedi. Böyle yoğun bir sis içinde Yusuf düşmanı zamanında nasıl görebileceğini bilmiyordu, yine de her gün yaptığı gibi bugün de ağacın tepesine yerleşecek ve hava kararana kadar dürbünüyle düşman hatlarını bir saldırıya karşı kollayacaktı.

Yerden beş altı adam yüksekteki kalın dallardan birinde, deniz tarafına bakan yerine varınca alnında biriken terleri sildi ve oturup nefeslendi. Gözlerini kısıp, oynaşan sisler arasında, biraz ilerisindeki Osmanlı siperlerinin ötesinde bir hareket görmeye çalıştı. Huzursuz pus perdesi ise her şeyi gizliyordu.

Boynunda asılı duran dürbünü gözüne götürdü.

“Bir şey görüyor musun?” diye sordu Osman aşağıdan.

“Yok,” dedi Yusuf iç çekerek. “Sisten bizimkileri bile zor seçiyorum.”

Gerçekten de, düşman hücumuna karşı hazır bekleyen siperler bu boğucu öğle vaktinde sadece belirsiz bir karaltıdan ibaretti. Sislerin arasında kıpırdanan gergin gölgeler ancak seçilebiliyordu.

“Belliydi,” dedi Osman da sıkıntıyla.

Yusuf dürbünü indirip, oturduğu yerde sırtını ağacın gövdesine dayadı. Sonra başını yukarı kaldırıp semayı yokladı. Düşmanın zeplinleri sislerin ardında, semadan Osmanlı cephesini gözlüyor olmalıydı. Lakin bu sis bulutu içinde Yusuf onları seçemediğini göre, düşman da onları göremezdi. Yaptıkları her şeyin en azından şimdilik yukarıdan izlenmediğini bilmek rahatlatıcıydı.

Yusuf belinde asılı duran matarasını aldı ve susuzluğunu gidermek için ağzına götürdü. Lakin matarada sadece bir iki damla kalmıştı.

“Hay Allah,” dedi kendi kendine ağzını şapırdatarak.

“Ne dedin?” diye sordu Osman telaşla.

“Yok bir şey.”

Bir anlık sessizlikten sonra Osman tekrar konuştu. “Düşman geçen gece koyun güneyindeki cepheye dev makinelere saldırmış diyorlar, duydun mu?”

Yusuf yorgun gözlerini kırpıp oturduğu yerde kıpırdandı. “Duymadım,” dedi. Gecenin bir yarısını yine nöbetle, şafaktan sonraki bir iki saati de siperlerde rahatsız bir halde kestirerek geçirmişti.

“Dev bir insan gibiymiş. On adam boyunda. Sadece bir tanesi geceleyin güney cephesini tek başına Conkbayırı’na kadar geriletmiş. Melun şeye ne kurşun, ne de süngü işliyormuş.”

Osman duraksadı. Sonra, “Doğru mudur sence? Böyle bir… Makineleri olabilir mi?” diye sordu. Sesinde hafif bir korku emaresi vardı. 

“Bilmiyorum,” dedi Yusuf ürpererek. Bela üstüne belayı acımasızca üstlerine yolluyorlardı. Böyle bir şey gerçekten varsa da Yusuf pek şaşırmazdı. Ne, ya da kim olursa olsun, o da Allah’ın izniyle Çanakkale’den geçemeyecekti.

Yusuf yorgun gözlerini ovuşturdu, kuru boğazını ıslatmak için yutkundu ve dürbünü tekrar aldı. Gelişigüzel dalgalar gibi havada süzülen sislerin arasından düşmana dair bir iz görebilmek için ufku sabırla taramaya başladı.

Bir süre sonra oflayarak dürbünü indirdi ve sırtını iyice ağaca verdi. Bu iş, çamurlu bir suyun derinliklerinde olan biteni görmeye çalışmaktan farksızdı. Gözlerini yorgunlukla kırpıştırdı. Birçokları gibi o da günlerdir doğru düzgün dinlenmiş değildi. Kafası en az sisler altındaki Çanakkale kadar bulanıktı. Gitgide ağırlaşan göz kapakları yavaş yavaş kapanırken dudaklarını yaladı. Ne kadar da susamıştı…

* * *

Semayı titreten tiz bir sesle yerinden sıçradı. Ağacın tepesinde olduğunu fark edince üstündeki dala tutunarak aşağı düşmekten son anda kurtuldu. 

Etrafında hantalca dönüp duran sisin kollarına uyuşukça baktı. Ne olmuştu?

Neden yukarıda olduğunu hatırlayınca içinde bir şeyler tepe takla oldu. Nöbet sırasında uyuyakalmıştı.

Hayır. Başka bir şey vardı. Bir ses

Sol tarafında müthiş bir patlama oldu.

Ağaç baştan aşağı sarsılırken Yusuf dala sıkıca yapıştı.

Top atışı! Düşman top atışına başlamıştı.

Telaşla toparlanmaya çalıştığı sırada uzaktan bir tiz ses daha işitti. Birden aşağıdaki dostunu hatırladı.

“Osman!” diye bağırmaya çalıştı ama boğazı o kadar kurumuştu ki, ağzından ancak kısık bir ses çıkabildi. Aşağıda ise ne bir ses, ne de hareket vardı.

Yusuf hâlâ yerleştiği dalın üzerindeyken, bu sefer siperlere daha yakın bir yere bir top mermisi daha düştü. Sislerin arasında boğuk feryatlar yankılandı.

İleride, daha fazla top atışının geldiğini duyuran ardı ardına tiz patlamalar yükseldi.

Yusuf ağacın gövdesine tutunup bir ayağını altındaki dala attı ve, “Osman, siperlere koş çabuk!” diye bağırdı çatallı sesini yükselterek.

Cevap olarak yakınlara bir top mermisi daha düştü, ardından bir tane daha ve bir tane daha.

Yusuf da hemen ağaçtan inip Osman’a tembihlediği gibi siperlere sığınmalıydı. Top ateşi altında açıkta durmak ölüm fermanını imzalamak demekti.

Lakin etrafını sarmalayan ateş yağmuru altında, korkuyla anasına sarılan küçük bir çocuk gibi ağacın gövdesine yapışmıştı. Toplar iblisin yumrukları gibi Osmanlı cephesini gürleyerek dövüyor, düştükleri yerde kara toprak arşınlarca yükseğe saçılıyor, sisler altında dik duran tek tük ağaç parçalanıp yıkılıyordu. Top atışları arasındaki sessizliği ise siperlerden gelen acı feryatlar karartıyordu.

Yakına düşen bir top mermisinin saçtığı şarapneller Yusuf’un az önce oturduğu dalı koparıp götürdü, yaşlı çam üstüne yıldırım inmiş gibi sallandı. Üzerine dal parçaları, dikenli yapraklar ve toprak yağar, canı pahasına tutunduğu ağacın etrafı toplarla dövülürken Yusuf’un yapabileceği tek şey dişini sıkıp serseri bir şarapnelin hedefi olmamak için dua etmekti.

Yıllar gibi gelen uzun bir süre sonra toplar sustuğunda, ağaç ve Yusuf mucizevî bir şekilde hâlâ hayattaydı. Gövdeyi sıkıca sarmalamaktan kolları kaskatı kesilmiş, topların haykırışlarıyla sersemlemişti ama yaşıyordu işte.

Sonunda cesaretini toplayıp tekrar harekete geçti. Acele etmeliydi. Siperlerin ötesinden her an tüfek ateşi başlayabilir, cepheyi top ateşiyle zayıflatan düşman saldırıya geçebilirdi.

Yere inen yolu yarıladığında, sislerin arasında, siperin ötesinde hareket eden bir şey gördüğünü sandı. Rüzgârda salınan yaşlı bir meşe gibi cüsseli bir şey. Lakin yanılmış olmalıydı, o tarafta ayakta tek bir ağaç kalmış değildi.

Boş verip ayağını bir alttaki dala atarken insanı ciğerlerine kadar titreten gür bir ses işitti. Sanki siperlerin ötesinde bir şey, çok büyük bir şey tüm hıncıyla toprağı dövüyordu.

Güm. Güm. Güm.

Ses, yaklaşan amansız bir fırtına gibi giderek yükseldi. Bir şey siperlere doğru hızla geliyordu.

Biraz ileride, ağaç gövdesi gibi uzun ve kalın metalik gri bir şey, sislerin arasında güç bela seçilebilen siperlerin üstüne iniverdi.

GÜM.

Sipere inen şey, hendek boyunca hızla sola kaydı ve askerleri alarak kuru birer yaprak gibi sislerin içine, semaya doğru fırlattı. Yusuf’un daha önce hiç işitmediği türden dehşet dolu çığlıklar sislerin içinde boğularak kayboldu.

Bir an sonra, o şey siperlerin üstünden attığı bir adımla bu tarafa geçerek gölgeler arasında tamamen görünür oldu.

Metal bir devdi bu. İnsan gibi iki ayağı üzerinde duruyordu. Boyu en az Yusuf’un tırmandığı ağaç kadar vardı. Tek bir parçaymış gibi görünen gövdesinin genişliği küçük bir kulübe kadardı. Tepesinde, başı olması gereken yer ise sadece bir düzlükten ibaretti. Her biri yaşlı bir ağaç gövdesinden daha kalın ve neredeyse yere değecek kadar uzun iki çelik kol omuz hizasının üstünden çıkıyor, kol ve bacakları onlarca eklemli koca plakanın birleşmesinden oluşuyordu.

Siperi geçen dev, bir an durduktan sonra sislerin içinde yüzen bir gemi gibi yavaş ama kendinden emin hareketlerle arkasında kalan sipere döndü. Yaptığı her hamleyle kol ve bacak eklemlerinin arasından tıslayan ak buharlar fışkırtarak sisleri titretiyordu.

Devin sağ eli siperlerin önünde gayretle havaya kalktı. Altında, siperdeki gölgeler ne olacağını anlayıp çekilmeye çalıştı ama el bir gülle gibi indi ve siperi oluk kazar gibi sola süpürüp tekrar çıktı. İki asker daha feryatlarla havalanıp kaybolurken düşmanın tüfek ateşi başladı.

Lakin siper çoktan düşmüştü bile.

Mustafa Yüzbaşı’nınkine benzeyen bir ses, “Geri çekilin, geri çekilin!” diye bağırıyordu. Birçokları çoktan siperlerden tırmanıp düşmanın aksi yöne kaçmaya başlamış, ovanın yükseldiği gerideki sipere çekilmek için koşturuyordu. Öteden düşmanın ateş sesleri aksediyor, kendi silah yoldaşları ise can havliyle koşarak ağacın altından geçiyordu. Yusuf olduğu yerde donup kalmıştı. Her şey bir anda olup bitmiş, çelik dev hattı azgın bir nehir gibi dağıtıp geçmişti.

Osman haklıymış, diye düşündü Yusuf. Allah’ım sen yardım et.

Lakin böyle bir canavara karşı koymak anlamsızdı. Yusuf da hemen aşağı inip diğerlerine katılmalı, gerideki cepheye çekilmeliydi. Ancak bir gerideki siperlere ulaşsalar bile ne olacaktı ki? Dev orayı da hallaç pamuğu gibi savurup atacaktı.

Yusuf bir dal daha aşağı inip durdu. Aşağıda, sislerin arasındaki dalda asılı duran tüfeğini görebiliyordu. Yüzbaşı’nın emrine karşı gelip onu aşağıda bırakmayacaktı. Tüfek şimdi elinde olsa… Ne yapabilirdi ki? O melun devi kurşunla mı öldürecekti? Sağlam bir kale duvarına karşı tüfekle hücum etmekten farksız olurdu bu. Çelik bir kale böyle nasıl alt edilebilirdi?

Dev şimdi dönmüş, ağır adımlarla toprağı döverek bu tarafa geliyor, kaçanların peşinden gidiyordu.

Metal dev, sadece üç adım sonra ağaca vardığında, Yusuf gövdeye iyice sarıldı ve görünmemeye çalıştı. Bir taraftan da göz ucuyla korkunç makineyi izlemekten kendini alamıyordu.

Dev, yakından daha da dehşet veren cüssesine rağmen zahmetsizce ilerliyor, her hareketiyle sağından solundan tıslayarak püsküren buharların sıcaklığı Yusuf’a kadar ulaşıyordu. Nasıl çalışıyordu bu şeytan işi şey? Kendi kendine mi?

Devin omzu dallara sürterek geçerken, Yusuf canavarın üzerinde uzaktan göremediği bir şeyi fark etti. Göğsün ön tarafında yan yana dizilmiş, mazgal benzeri bir düzine dikey yarık bulunuyordu. Bu deliklerin ardındaki karanlığın içinde ise bir gölge kıpırdanıyordu. İçeride biri mi vardı? Öyle ise de bu canavarın karnına nasıl girmişti?

Bir an sonra dev yanından geçtiğinde, sırtı görünür olunca Yusuf işin aslını anladı. Devin arkasında, neredeyse Yusuf’un nöbeti sırasında oturduğu dal kadar yüksekte bir kapak vardı. Kapağın sağında, sırtındaki metal merdiveni kullanan kişi buradan makinenin içine girmişti ve oradan devi kontrol ediyor olmalıydı.

Dev, kaçanların peşinden arkadaki siperlere doğru tepeyi tırmanmaya başlar, düşman tarafından tüfek atışı devam ederken, Yusuf canavarı durdurmak için yapılması gerekeni gördü ve harekete geçti.

Dal ve ağaç kabuklarının elini kesmesine aldırmadan gövde boyunca hızla aşağı kaydı. Yere bir adam boyu kalınca toprağa atladı. Sonra doğrulup sisler arasında yönünü bulmaya çalıştı.

Düşman cephesine bakan tarafta asılı duran tüfeğini gördü. Bir an tereddüt ettikten sonra silahını almadan devin peşinden aksi yöne atıldı. Lakin hızlı bir iki adım attıktan sonra hemen önünde, yerdeki şeyi görünce olduğu yerde donakaldı.

Osman, vücudu tuhaf bir açıyla kıvrılmış halde bir kan havuzu içinde yatıyordu. Şarapnel parçaları boynunun sağ tarafını parçalamış, vücudunun geri kalanını ise delik değiş etmişti. Kıyafeti kendi kanıyla kızıla boyanmış, feri sönmüş gözleri güneşi gizleyen sislerin içine, semaya doğru bakıyordu.

Arkadan gelen bir mermi berisindeki çamın gövdesine çarpıp havaya kıymıklar saçınca Yusuf tokat yemiş gibi kendine geldi. Şimdi şehitleri düşünemezdi. Acele etmezse tüm tabur, belki de cephe düşecekti.

Her şeyi unutup ileri fırladı.

Çelik dev yavaş hareketlerine rağmen kısa sürede arayı açmış, sislerin içinde neredeyse kaybolmuştu.

Yusuf, yorgunluğu, uykusuzluğu, susuzluğu, geride yatan yoldaşlarını, peşindeki düşmanı aklından çıkarmış, topların darmadağın ettiği arazide devin peşinde bayır yukarı tüm gücüyle koşuyordu. Arkadan atılan serseri kurşunlar sisleri sicim gibi yarıp vızıldayarak geçerken o sadece deve odaklandı. Bu canavar durdurulmazsa hiçbir şeyin önemi kalmayacaktı.

Biraz sonra, arkadan devam eden ateşe, şimdi iyice yaklaştıkları yukarıdaki siperlerden kararsızca karşılık verilmeye başladığında, Yusuf deve yetişmişti. Korkusunu bastırmak için bir an soluklandı ve metal devin yanında koşturmaya başladı. Bu sırada, canavarın havada olan iki adam boyundaki sağ ayağı hemen yanında yere indi.

Yusuf, “Ya Allah!” nidasıyla bacağa atladı.

Bacağın arkasındaki eklem plakalarından birini yakaladı. Tutunduğu metal alev gibi yanıyordu. Bacakla beraber yükselirken iki tarafın ateş sesleri arasında kaybolan bir acı çığlığı attı. Elleri müthiş bir acıyla harlandığı halde yapıştığı plakayı bırakmamak için tüm iradesiyle dayandı. İleri atılan adımla ayak tekrar yere indiği sırada, Yusuf var gücüyle kendini fırlattı ve daha yukarıdaki bir plakaya asıldı. Her tarafından ter akıyor, titreyen kolları onu canavarın üstünden atmak istiyordu.

Ayak yere bastığında, Yusuf bir kere daha yukarı sıçradı ve bacağı devin gövdesine bağlayan son eklem plakasına nefes nefese tutundu. Bu iş, bir yandan alev alev yanan, bir yandan da rüzgârda sağa sola yatıp duran bir ağaca tırmanmak gibiydi. Çocuk oyuncağı

Şimdi tek yapması gereken biraz yukarısında, devin sırtındaki kapağa çıkan merdivenlere ulaşmaktı. Ayak tekrar kalkarken Yusuf hamle yapmak için hazırlandı. Tutunduğu eklemin arasından cehennem gibi sıcak bir buhar sütunu yüzünün sağ tarafına püskürdü.

Yusuf bu sefer çatışmanın seslerini bile bastıran müthiş bir çığlık attı, tüm vücudu acıyla gerildi. Sağ ayağını kaldıran dev sola doğru yattı. Yusuf’un sağ eli tutunduğu yerden kayıp ister istemez yüzüne gitti. Alev kızıllığında bir acıyla havada savrulurken, tek eliyle tutunduğu plakaya her şeyiyle asıldı.

Devin ayağı tekrar yere bastığında dağlanan yüzüne rağmen hâlâ canavarın üzerindeydi. Acıya karşı gözlerini kıstı, boştaki eliyle tekrar tutunup kendini bacaktan son kez yukarı ittirdi.

Devin sırtındaki metal merdivene kavuşmak buzlu bir suya elini sokmak gibiydi. Bir iki adım çıkıp ayaklarını da merdivene dayayınca nefeslenmeye çalıştı. Avuçları alevde dövülmüş demir gibi zonkluyor, suratının sağ tarafındaki acıyla yüzü kavruluyor, sağ gözünü zar zor açabiliyordu.

Metal dev her adımıyla onu bir sağa bir sola savurmaya çalışırken, acıya rağmen merdivenden birkaç adım daha tırmanıp kapağa ulaştı. Şimdi yerden neredeyse beş adam yüksekte, yürüyen bir ağacın üstünde gibiydi.

Titreyen ellerle kapağın koluna uzanıp çevirdi. Kapağı açıp daha içeri göz atamadan, hemen üstünde bir yere çarpan bir mermi kıvılcımlar saçarak sekince irkilip geri çekildi. Boşta kalan kapak, devin hareketiyle sola savruldu ve gövdeye sertçe çarparak açıldı. İçeriden taşan müthiş sıcaklık dalgası Yusuf’u kapladı. O sırada dev, son bir adım daha atıp durdu.

Canavarın karnından dışarı pancar gibi kızarmış, terden sırılsıklam şaşkın bir yüz uzandı. Adam daha ne olduğunu anlayamadan Yusuf suratına doğru gayri ihtiyarı bir tekme savurdu. Tabanı altında bir şeylerin ezildiğini hissetti, adam boğuk bir feryatla geri savruldu. Yusuf toparlanmasına fırsat vermeden aceleyle bir ayağını loş kabinin içine attı, bir eliyle merdivene tutunduğu halde herifi kolunun altından yakalayıp dışarı, sislerin içine, boşluğa bıraktı.

Adam kısa bir feryatla kaybolurken Yusuf bir an nefeslendi, sonra canavarın karnına girdi ve kapağı arkasından çekip kapattı.

Burası cehennem gibiydi. Devin üstünde bir yerde bir şeyler fokurdayarak kaynıyor, kabinin duvarlarındaki çatlaklardan içeri kavurucu buharlar sızıyordu.

İçerideki tek ışık kaynağı göğsün önündeki dikey yarıklardı. Her tarafından ter boşalan Yusuf gözlerinin karanlığa alışmasını bekledi. Sağdan, soldan, önden, arkadan, her yerden bir canavarın hırlaması gibi metalik sesler geliyor, zaman zaman çelik zırha çarpıp seken kurşunların şaklamaları içeride durmadan yankılanıyor, ufacık yerde seslerin nereden geldiği birbirine karışıyordu.

Yusuf’un gözleri sonunda karanlığa alıştığında yarıkların önündeki kontrol mekanizmasını fark etti.

En ortada, metal zemine bağlı yuvarlak bir dümen, onun iki yanında neredeyse göğüs hizasına gelen iki ayrı kol, dümenin altında ise pedala benzer iki ayrı düzenek vardı. Bunların berisinde ise sürücü için bir oturak…

Yusuf devin kontrolüne geçmeden önce aceleyle üstündekileri çıkardı. Terden ıslanmış göğsü tulumba gibi inip kalkarken hemen öndeki yarıklara uzanıp nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Birkaç adım ötedeki siperlere pusmuş, tüfeklerini deve doğrultmuş silah yoldaşlarını sislere rağmen görebiliyordu. Biraz daha geç kalsa çelik dev siperlere ulaşacak, hattı alt üst edecekti.

Canavarın gövdesine çaresizce çarpan kurşun çığlıklarına aldırmadan ufak oturağa yerleşti ve ak kor gibi yanan sağ elini mekanizmaya doğru kararsızca uzattı. Bu sağdaki kol ne işe yarıyordu acaba?

Kolu ileri doğru ittirdi.

Devin sağ tarafından gelen mekanik feryatlar ve tıslamalar eşliğinde, canavarın sağ kolu yerde bir şeylere sürterek öne doğru kalktı ve ileri işaret eder bir halde durdu.

Siperlerden daha çok mermi deve çarparken Yusuf tuttuğu kolu sağa ve geri doğru çekti, devin kolu da aynı hareketi takip edip sağa doğru bir halka çizerek geri çekildi. Sol taraftaki kolu oynatınca da sol kolun hareket ettiğini görünce, kavrulmuş suratının isyanına rağmen gülümsedi.

Sağ ayağının altındaki pedala bastı. Dev hafifçe sola yattı, sağ ayağı gürültüyle yerden kalktı. Yana yatan kabinde bir an telaşlanan Yusuf ne yaptığını bilemeden diğer ayağıyla da sol pedala bastı. Daha da fena sarsılıp metalik feryatlar eden dev dengesini kaybedecek gibi oldu. Yusuf sol pedaldan hemen ayağını çekti, dev zorlukla sağ adımını siperlere doğru atıp durdu. Artık bir adım ötede apaçık görünen Osmanlı siperlerinden korku feryatları yükseliyordu.

Yusuf, yüzünden aşağı akıp gözlerine kaçan, yanıklarını azdıran terleri elinin tersiyle sildi. Pedallar ayakları kontrol ediyordu demek. Peki ya bu önündeki yuvarlak şey?

Bunu kavrayıp sola doğru çevirdi. Dev canavar zelzeleye tutulmuş gibi sallanarak, olduğu yerde gürültüyle sola dönmeye başladı. Yusuf dümeni iyice sol yapıp, arkasını siperlere, yüzünü ise hücum eden düşmana çevirene kadar döndürdü.

Sağ pedala basıp ileri bir adım attı. Ardından sol. Bir elini sol kola, diğerini de sağ kolun üzerine koydu ve düşmana doğru koşmaya başladı.

Çelik kale artık Yusuf’undu. Attığı her adımda devin gücünü iliklerinde hissediyor, durdurulamaz bir kaya gibi ilerliyordu.

Aşağıda, sislerin içinde hayaletler gibi üzerine koşan düşman askerleri onu görünce bir an tereddüt etti. 

Yusuf duraksamadı.

Bir gülle gibi aralarına dalarken sağ kolu tüm gücüyle çekip devin kolunu tüm hiddetiyle yere vurdu. Elin ağırlığı altında bir şeylerin ezildiğini hissetti. Kolu hızla kaldırıp önündeki askerleri bir avuç toprak gibi yana fırlattı. İleri bir adım atıp bu sefer sol kolunu indirdi. Kolu kaldırırken elinin tersiyle de başkalarını semaya yolladı.

Daha gerideki düşmanların çoğu ise şimdi ne olduğunu anlamış olacaktı ki, artık siperlere doğru değil, aksi yöne koşmaya başlamıştı. Yusuf’un arkasından gelen tüfek atışları da sırtına çarpmak yerine asıl düşmanı avlamaya çalışıyordu. Kaçmaya çalışanların birkaçı Osmanlı kurşunlarıyla devrilirken Yusuf düşmanın peşine düştü.

Devin karnındaki fırında her adımla bir sağa bir sola sallanarak pusun içinde düşmanın arkasından ilerledi. Düşman bozguna uğramış halde bayır aşağı hızla koşturuyordu. Yusuf yakalayabildiğini elinin tersiyle sağa sola savuruyor, düşmanı kendi silahlarıyla avlıyordu.

Biraz sonra taburun geri çekilmek zorunda kaldığı sipere vardığında, düşmanın peşinden siperleri geçmeden önce duraksadı. Düşman ordusu artık araziye fazlasıyla dağılmıştı. Onları bu halde tek başına alt edemezdi. Taburla birlikte saldırıp düşmanı topyekûn def etmeleri gerekiyordu.

Yusuf ortadaki dümene asılıp devi arkasına, tepeye doğru döndürdü. Sonra öne uzanıp deliklerin arasından taburun onu takip edip etmediğini görmeye çalıştı.

Sisin içinden devin karnına zar zor ulaşabilen, kararlılıkla yaklaşan ve hep bir ağızdan yükselen o nidayı işitti. “Allah Allah Allah!

Bir an sonra koşarak hücuma geçmiş Osmanlı askerleri ileride görünür oldu. Kalbi cesaretle kabaran Yusuf dümene uzandığı sırada, bir şey müthiş bir güçle deve arkadan vurdu.

Hazırlıksız yakalanan Yusuf alnını metal duvara keskin bir acıyla çarptı. Arkadan yayılan metalin metale çarpma sesi içeride aksedip beynini uyuştururken, en az cehennemi kabin kadar sıcak olan kanı alnından sızmaya başladı.

Yusuf, şaşkın bir halde düştüğü yerden doğrulduğunda deve arkadan bir darbe daha indi. Bu sefer ayakta yakalanan Yusuf, ön duvara savrulurken arka kapağın içe doğru göçtüğünü gördü.

Kalp atışlarıyla zonklayan başına aldırmadan neler olduğunu anlamaya çalıştı. Kim yapıyordu bunu? Birisi kapağı kırmaya mı çalışıyordu? Hayır, birisi değil. Bir şey.

Onlarca yeri acıyla isyan etmesine, görüşü kafasının içinde taklalar atmasına rağmen Yusuf kontrollere uzandı. Dümeni tam sol yaptı, solundaki kolu çekti.

Dev sarsılıp tıslayarak döndüğü sırada bu sefer sol üstten bir darbe daha yedi. Artık hazırlıklı olan Yusuf kabinin içinde savrulmaktan kurtuldu ancak kulakları, içine bir arı kovanı kaçmış gibi çınlıyordu. Kafasındaki uğultuya rağmen devin sol tarafından ölüm çığlığı gibi korkunç bir tıslama işittiğini sandı.

Sonunda devin sarsılması geçip de tamamen döndüğünde, Yusuf’un karşısında kendi gibi bir başka çelik dev duruyordu.

Düşmanın kolu havaya kalktı ve Yusuf daha bir şey yapamadan tekrar üstüne indi. Kabinin tavanı içe doğru göçtü. İçeri alev gibi sıcak buhar püskürmeye başladı. Yusuf, darbeden titreyerek tekrar kontrollere geçmeye çalıştı. Bir şey yapmalıydı.

Yukarıdan bir yumruk daha indi. Hemen üstünde çelik çeliği parçaladı.

Yusuf sol kolu tekrar kendine doğru çekti. Devin eli de aynı hamleyi takip edip geriye gitmeliydi ama sol taraftan kızgınca fokurdayıp tıslayan metalik takırtılardan başka bir şey gelmedi. Soluna bir yumruk daha indi ve sol kol kuru bir dal gibi dirsekten kopup sislerin içine uçtu.

Korkudan ne yapacağını bilemeyen Yusuf sağ pedala bastı. Yusuf’un devi ayağını kaldırıp diğerine doğru bir adım attı. Düşmanın inmek üzere olan sağ yumruğu tavana sürterek ilk darbesini ıskaladı.

Yusuf sağ kola uzandığı sırada üstüne inen devin diğer yumruğu bu sefer kabinin tavanını metalik bir çatırtıyla yarıp içeri girdi. Oturduğu koltuğun yarısını da beraberinde alıp kâğıt gibi ezdi ama Yusuf’u kıl payı geçti. Tavandan aşağı kızgın bir yağmur gibi kaynar sular fışkırmaya başladı.

Yusuf, şimdi karşı karşıya durduğu deve o kadar yakındı ki, göğsü içinde onu kontrol eden adamı yarıkların ardında seçebiliyordu. Adam telaşla kontrolleri hareket ettiriyor, hasmına indirdiği kolu yerinden çıkarmaya çalışıyordu.

Yusuf yüzüne, kollarına, çıplak sırtına düşen kaynar damlalara aldırmadan sağ kolu aniden geri çekti, canavarın kolu emre zar zor itaat ederken her şeyi unuttu ve tüm gücüyle yumruğunu ardında düşman sürücüsünü saklayan devin göğsüne geçirdi.

Çelik çeliğe kıvılcımlar saçarak çarptı, düşmanın göğüs plakası biraz büküldü.

Yusuf’un kabinindeki düşmanın kolu hâlâ girdiği yerden kurtulmaya çalışıyordu. Yusuf ise kendi yumruğunu çekip aynı noktaya tekrar indirdi. Düşmanın göğsü içe doğru göçtü.

Yusuf kolu bir daha çekti. Çelik devin kolu artık en az Yusuf kadar takatsiz kalmış gibiydi. Kontrol kolu en geriye vardığında, devin kolu her tarafından kara buharlar püskürterek düşmanın göğsünden daha yeni ayrılıyordu.

Kol havaya kalkınca Yusuf son kez yumruğunu düşmana indirdi. Devin yumruğu metalik feryatlar ederek hantalca göğüs plakasına çarptı ve mazgalları içeri büküp parçalayarak oraya saplandı.

Tavandan Yusuf’un kabinine girmiş olan çelik el hareketsizleşti. Yusuf’un devi dört bir yandan yavaşça buhar püskürterek gitgide sessizleşti ve nihai bir uğultuyla son nefesini vererek durdu.

Yusuf da artık tükenmişti. Çarpışmanın şiddeti ciğerlerinde yankılanıyor, vücudunun hemen her yeri alevde dağlanmış bıçaklarla deşilmiş gibi sızlıyordu. Oturduğu yerden doğrulmaya çalıştı. Takatsiz bacakları rüzgârda eğilen dallar gibi kontrolsüzce bükülünce, duvara yaslanıp nefeslenmeye çalıştı.

Allah’ım ne kadar da susamıştı. Ağzı öyle kurumuştu ki aldığı her nefes kursağını daha da aşındırarak geçiyor, sanki alev yutuyordu. Parçalanmış tavandan yağan kaynar su damlaları buharlaşıp uçmuş olmasa, şimdi onları bile yudumlamaya razıydı.

Her şeye rağmen, kısmen içeri göçmüş kapağa doğru ilerledi. İçerideki kolu çevirip kapağı açmaya çalıştı. Menteşe yerlerinden gıcırdayan kapak kıpırdamadı.

Tüm ağırlığıyla kapağa yüklendi. Faydası olmadı.

Başı fırıldak gibi dönerken geriledi ve kapağa bir tekme attı. Metal, gürültüyle karşı koydu.

Biraz daha gerileyip tüm gücüyle son kez abandı ve kapak dışarı fırlayarak açıldı.

İçeri dolan puslu hava, terli ve hırpalanmış vücuduna buzdan bir duvar gibi çarptı. Yusuf sendeleyerek kenara geldi. Çatışma sesleri dinmiş, geriye huzursuz bir sessizlik kalmıştı. Hissiz bir halde merdivenlerden inmeye başladı. Son basamağa gelince yüksekliğe aldırmadan kendini aşağı bıraktı.

Acıyla yere çarpıp yuvarlandığında tek düşünebildiği şey bir yudum su içmekti.

Ayağa kalktı, nereye gittiğini bilmeden sislerin içinde işittiği bir sese doğru ilerledi. Biraz sonra yerde, ölmek üzere olan genç bir düşman askeri buldu. Göğsündeki iki üç yaradan epey kan kaybetmişti. Hırıltıyla inliyor, dehşetle titriyordu.

Yusuf çömeldi, adamın belindeki matarayı aldı ve titreyen ellerle kapağını açtı.

Asker bir şeyler mırıldandı. Yusuf can çekişen adamla göz göze geldi. Askerin kanlı dudakları kıpırdadı.

Yusuf önce elindeki mataraya, kabın içinde arzuyla salınan muhteşem şeye, suya baktı. Sonra yavaşça adamın yüzüne doğru eğildi, eliyle ağzını narince açtı ve ona su içirdi.

Suyu alan adam zayıfça öksürüp kabardı, göğsü son kez kalkıp inerken gözlerini teşekkür edercesine kapattı.

Yusuf uzun bir süre öylece cesedin başında bekledi. Sonunda yerinden doğrulduğunda sisler dağılmaya başlamıştı.


Öykü – Akılsız Ev

Öykü – Akılsız Ev

Evdeki akıllı eşyaların boyunduruğundan kurtulup hayatının kontrolünü tekrar eline almaya çalışan bi…

Öykü – Özgür Adam

Öykü – Özgür Adam

Hayatın tutsak ettiği bir komutanın hayatı, distopik bir gelecekte sınır karakoluna gelen muamma bir…

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Bir yangında hafızasını kaybeden robot suçlu olduğu iddiasıyla yargılanmaya başlar.

Öykü – Çelikkale yazısı ilk önce Mehmet Kardaş Kişisel Sitesi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
/kategorisiz/celikkale/feed/ 0